Türkiye’de sömürgecilik ve ırkçılığın adını koymak

Hafıza ve Gençlik projemizin katılımcılarından Berfin Atlı ve Burçin Bahar Güler, Hafıza Merkezi’nin kurucularından akademisyen Özgür Sevgi Göral ile Türkiye’de hafıza sahasının sınırları ve imkanları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

Hafıza Merkezi
13 min readMay 20, 2021

Söyleşi: Berfin Atlı ve Cansu Güngör

Özgür Sevgi Göral

“Hafıza Sahasının Güzergahlarını Politikayla Birlikte Düşünmek” isimli makalenizde, Türkiye’de 2008 yılında devletin açtığı bazı davalarda kayıp ailelerinin anlatımlarını onaylayarak iddianamelerde bunlara geniş ölçüde yer verdiğinden, kimi sanıkların yargılanması için bu anlatıları yeterli gördüğünden; ancak daha sonra, yani 2015 itibariyle, aynı davaların tanık anlatımlarının yetersiz olduğu gerekçesiyle kapatıldığından bahsediyorsunuz. Peki size göre hafıza sahası ne noktada politik olanla kesişiyor, politikleşiyor? Bu durum yalnızca devlet ya da egemen gücün müdahalesinin böyle net ölçüde görüldüğü durumlarda mı geçerli ya da hatırlamanın, hatırlatmanın kendisi başlı başına politik bir eylem olduğundan bahsedebilir miyiz?

Ufak bir değişiklik yaparak başlayayım, benim “Hafıza Sahasının Güzergahlarını Politikayla Birlikte Düşünmek” makalesinde söylemeye çalıştığım şey biraz daha farklıydı. Kayıp yakınlarının zorla kaybetmenin nasıl gerçekleştiğine dair anlatıları çok uzun bir süre devletin farklı kademeleri tarafından dikkate alınmadı. Yanı sıra, özellikle 1990’lı yıllar açısından düşünürsek zorla kaybetme fenomeni Türkiye akademisinde de, önce Gökçen Alpkaya’nın öncü makalesi ve hemen sonrasında Meltem Ahıska’nın çalışmaları dışında, uzun bir süre ele alınmadı. Dolayısıyla kayıp yakınlarının anlatıları aslında çok uzun bir süre İnsan Hakları Derneği’nin raporları ve Kürt basınının gazeteleri ve dergileri dışında kendisine kamusal alanda yer bulamadı. 2007 sonrasında ise, özellikle de Ergenekon ve Balyoz iddianamelerinin hazırlanmasından sonra, bu iddianamelerde hükümete karşı darbe örgütlenmesine gitmekten yargılanan sanıkların bir bölümü hakkında, 1990’lı yıllarda işledikleri suçlar nedeniyle bireysel olarak ceza davaları açılmaya başlandı, bu davalarda sanıklar insan öldürme suçundan yargılandılar. Bu insan öldürme suçunun maktullerinin bir bölümü de 1990’lı yıllarda zorla kaybedilen kişilerdi. Zorla kaybetme suçunun, 1990’lı yıllar boyunca, sıklıkla, ordu, emniyet, itirafçı ve köy korucusu unsurlarını içeren karma Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Birimi (JİTEM) tarafından işlenmiş olduğu iddialarıyla açılan bireysel ceza davalarında da bu unsurlar birlikte yargılandılar.

Bu davalarda hazırlanan ilk iddianamelere bakarsak, savcıların sanıkların suçun işlenme biçimine dair yazdıklarının kayıp yakınlarının anlatılarıyla birebir örtüştüğünü görürüz. Yani o güne kadar anlattıkları hikâye duymazdan gelinmiş, itibarsızlaştırılmış, kriminalize edilmiş, anlatanın bizzat kendisinin de devlet şiddeti görmesine yol açmış bu anlatılar, iddianamelerdeki olay anlatımlarıyla aslında neredeyse birebir örtüşüyordu. Tabii sözünü ettiğim 14 farklı JİTEM davası belirli bir politik momentte açılmıştı, Kürt meselesinin demokratik yollardan çözümü için adımlar atılacağı söylenen, askeri vesayetle ve geçmişte işlenen devlet suçlarıyla hesaplaşılacağı kısmen ifade edilen bir momentte açılan bu davalar daha sonra politik iklimin değişmesiyle birlikte 2015 sonrasında birer birer kapatıldı. Sanıklar beraat ettirildi. Bu davalarla ilgili daha etraflı bilgi sahibi olmak isteyenler Faili Belli sitesine bakabilir. Ben bu davalardan Temizöz ve Diğerleri dosyasını Beklerken. Zamanın Bilgisi ve Öznenin Dönüşümü başlıklı derleme kitaba yazdığım “İmkansız Bir Talep Olarak Adaleti Beklemek: Kaybedilenler ve Yakınları” yazısıyla ele almaya çalıştım, ilgilenenler o yazıya da bakabilirler.

1990’lar boyunca yaşadıkları muazzam baskıya ve devlet şiddetine rağmen kaybetme suçunun faillerini yargılamak, başka insanların kaybedilmesine engel olmak ve kaybedilenlerin anısını yaşatmak için mücadele eden kayıp yakınlarının anlatıları ise kısa bir süreliğine de olsa devlet metinleriyle tanınmış oldu. Bugün bu anlatılar içinde bulunduğumuz politik konjonktür içinde yine reddediliyor ama bu davaların seyri aslında kayıp yakınlarının anlatılarının reddinin, kabulünün ya da kısmi kabulünün esasen nasıl tepeden tırnağa politik bir süreç olduğunu apaçık bir biçimde ortaya koyuyor. Elbette politika, özellikle de en geniş anlamıyla kavradığımızda, pek çok hatırlama biçiminde zaten var. Ama özellikle devlet şiddetinden doğan ve faillerin devlet görevlisi olduğu suçlar bakımından, hafıza sahası dediğimiz çok aktörlü alanda, hangi anlatının makbul hangisinin itibarsız kabul edileceği esasen siyaseten karar verilen bir mesele. Siyaseten karar verildiğini söylerken de hem devletin ve farklı resmi aktörlerin politik tutumlarını hem de ona itiraz eden politik ve toplumsal hareketlerin siyasi gücünü ve etkisini kastediyorum. En nihayetinde bu güçler arası mücadelelerin ve müzakerelerin sonucu olarak bu anlatılar hafıza sahasında farklı şekillerde donanarak -güçlendirilerek, görmezden gelinerek, kriminalize edilerek, desteklenerek, şiddetle damgalanarak- dolaşıma giriyor.

Hafıza sahasında ortaya konan çalışmaları Nietzche’nin eleştirisiyle birer “anıtsal tarih” olmaktan nasıl çıkarabiliriz? Yargılayan, mahkum eden, eleştiren, bir daha asla diyen bir tarihi nasıl oluşturabiliriz? Bu alanda çalışmak isteyip bu hataya düşmek istemeyen kişilere öneriniz ne olur?

Ben kendi tarihçilik anlayışımı, elimden geldiğince, geçmişin işlenme biçimlerinin esastan politik niteliğinin adını koyarak tanıyan tarihyazımlarıyla ilişkili bir şekilde oluşturmaya çalıştım. İngiliz Marksist tarihçilerinin çalışmaları ve çeşitli farklı Marksist tarihçilerin ortaya koyduğu ufuk, feminist tarihyazımları ve özellikle de farklı siyah feminizmlerin temel tartışmaları, maduniyet okulu ve sömürgecilik/sömürgecilik sonrası çalışmalar, faşizm çalışmaları benim için farklı şekillerde ufuk açıcı oldu. Son yıllarda, kuir çalışmaların ve özellikle de kesişimsellik yaklaşımının tarihçilik açısından anlamları üzerinde de düşünmeye çalışıyorum. Bu çalışmalar hem geçmişin farklı işlenme biçimlerini eleştirel bir bakışla değerlendirmeyi hem de geçmişle kurduğumuz ilişkinin politikayla ve politik mücadelelerle olan bağını görmeyi mümkün kılıyor. Aklıma örnek olarak hemen Enzo Traverso’nun 20. yüzyılın farklı şiddet biçimlerinin çatışan hafızalarının bugünkü politik anlamları üzerine yazdığı makalelerinin bir derlemesi olan Critique of Modern Barbarism kitabı ya da Luisa Paserini’nin sözlü tarih yöntemiyle yaptığı görüşmelere dayanan, 1920’ler ve 1930’larda Torino’da yaşayan işçi sınıfı mensuplarının faşizmle kurdukları ilişkiyi ve faşizmin güçlenmesini nasıl gördüklerini, yorumladıklarını anlatan Fascism in Popular Memory: The Cultural Experience of the Turin Working Class kitabı geliyor.

Enzo Traverso

Geçmişte işlenen devlet suçlarını ve şiddetini mahkum eden ve bir daha asla diyen şey tarih ve tarihçilik mi bundan çok emin değilim. Elbette hem geçmişin farklı işlenme biçimlerinin dolaşımındaki eşitsizlikleri ve güç ilişkilerini hem de çok katmanlı bir şekilde tarihsel deneyimlerin çok boyutlu niteliğini ortaya koyan tarih çalışmaları belirli bir siyasi etki de yaratacaklardır. Ama mahkum etme ve bir daha asla demenin, bu tutum muhakkak belirli bir tarihsellik fikri içerecekse bile, esasen politik olarak, siyaseten ortaya konulacak bir tutum olduğunu düşünüyorum. Farklı tarih yazımları, tarih yazımı tartışmaları, ya da tarih çalışmaları, olsa olsa, insanları böyle bir politik tutum almaya yönlendirebilir.

Dünya’da geçiş dönemi adaleti diye adlandırdığımız sürecin içinde yer alan, geçmişle yüzleşme pratiklerinden biri olarak birçok ülkede farklı şekilde uygulanan hakikat komisyonlarının geçmişte işlenen suçlara yönelik çıkardıkları bazı af kararları hakikat komisyonlarına yönelik birçok eleştiriye sebep oldu. Geçiş dönemi adaleti perspektifine baktığımızda, özellikle hakikat komisyonlarına yönelik eleştirileri düşününce, karşımıza çıkan adalet ve barış arasındaki ikilik midir? Aksi takdirde, aynı anda hem geçmişteki suçları cezasız bırakmayarak adaleti sağlamak hem de bir barış ortamı inşa etmek mümkün müdür?

Genel olarak geçiş dönemi adaleti paradigması, özel olarak da bu paradigmanın mekanizmalarından biri olan hakikat komisyonları uygulandıkları pek çok bağlamda aslında pek çok eleştiriye konu oldu. Anaakım ve genel geçer bir şiddet anlatısını geçerli tek hikaye olarak kurumsallaştırmak, ırkçılık ve sömürgecilik gibi şiddetin gerçek tarihsel kökenlerine değinmemek, ekonomik eşitsizlikleri ve sınıfsal çelişkileri görmezden gelmek, toplumsal cinsiyet temelli politik yaklaşımdan yeterince yararlanmamak, dikkatleri faillerin yargılanmasından dağıtarak yerine depolitize edilmiş bir yüzleşme anlatısını getirmek bu eleştirilerden bazılarıydı. Ben de bu eleştirilere çok büyük oranda katılıyorum doğrusu.

Dünyadaki farklı hakikat komisyonları deneyimlerini derleyen yayınımızı okumak için: https://hakikatadalethafiza.org/kaynak/hakikat-komisyonlari/

Bence bir ülkede yaşanan siyasi şiddet döneminden sonra, özellikle de etno-politik çatışma, soykırım, darbe gibi devlet şiddetinin ve suçlarının çok belirgin olduğu durumlarda, yaşanan ‘demokratik geçiş’ sürecinin kendisi, geçiş dönemi adaleti mekanizmalarından hakikat komisyonlarının tesis edilmesi de dahil, o sürece müdahil olan ve devleti daha fazlasını yapmaya zorlayan gerçek politik ve toplumsal hareketlerin sürekli baskısı, eleştirisi ve müdahalesi yoksa, son derece kozmetik bir süreç olarak tezahür ediyor. Geçmişin en bilinen birkaç failini yargılayarak ya da sürekli ‘affet’ komutunu yayan bir hakikat komisyonu kurarak geçmişle hesaplaşabileceğine inanmıyorum. Bu olsa olsa devletler için yeni ve hatta bazen daha verimli bir yönetme tekniğini hayata geçirmek anlamına gelir. Dolayısıyla hakikat komisyonu dediğimiz yapı kurulduğu durumlarda, Güney Afrika’dan Arjantin’e Guatemala’dan Fas’a farklı örneklere bakarsak, güçlü ve diri politik ve toplumsal hareketlerin olduğu, bu hareketlerin taleplerini aşağıdan örgütlediği, geçiş sürecini izlediği, eleştirdiği, mücadele ettiği ve baskı yapabildiği durumlarda hem faillerin yargılanmasının mümkün olduğunu hem de sürecin geçmişten gerçek bir siyasi kopuşa kısmen yaklaşabildiğini görüyoruz. Bu sürekli müdahalenin olmadığı durumlarda ise son derece teknik, devlet görevlilerinin ve sivil toplum profesyonellerinin geçmiş anlatılarını depolitize ettiği, hakiki bir hesaplaşma şöyle dursun geçmişin faillerinin farklı kademelerde itibarlarını koruyarak görevlerine devam ettiği hakikat tiyatrolarına tanıklık ediyoruz. Dolayısıyla geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının başarısı bakımından da esas belirleyici olanın politik ve toplumsal hareketler ve bu hareketlerin taleplerini dile getirme, bu talepleri hayata geçirecek mekanizmalar oluşturma ve süreci politik olarak etkileme güçleri oluğunu düşünüyorum. Güney Afrika örneğindeki geçiş dönemi mekanizmaları ve Kolombiya’daki sürecin siyasi güzergahları bu açıdan çok şey ortaya koyuyor.

Hafıza sahasının sınırları nedir? Geçmişin fragmanları nerelerde yoğunlaşır?

Genel olarak hafıza sahasının sınırları nedir diye bir sorunun cevaplanması mümkün mü veya genel olarak hafıza sahasının sınırlarından söz edilebilir mi çok emin değilim ama bana Türkiye’nin hafıza sahasının sınırları sömürgecilik ve ırkçılıkla çok ilişkili gibi geliyor. Türkiye’de, kökleri daha eskiye gitse de özellikle 2000’li yılların başında boy atmaya başlamış ve bugüne kadar çeşitlenerek dallanıp budaklanmış geniş bir hafıza sahası var. Bu hafıza sahasında üretilen pek çok çalışma ve ürün var ve bu çalışmalar artık ‘Türkiye bir unutma toplumudur’ klişesinin kullanılmasının kolay kolay mümkün olmadığını ortaya koyuyor. Bugün artık Türkiye’nin, hafıza alanında pek de çalışmanın yapılmadığı, çok da sanat eserinin üretilmediği ve pek de akademik çalışmanın olmadığı bir taşra olduğunu ileri sürmek çok zor. Aksine 2000’lerin başından itibaren bir hafıza patlaması yaşamış bir ülke olduğundan söz edilebilir. Ancak bu sahanın muhalif varyantları da dahil genel çerçevesi, daha çok bireysel mağduriyet hikayeleriyle konuşan, kolektif yaşanan şiddet örüntülerini çoğunlukla insan hakları ve hukukun üstünlüğü çerçevesiyle ele alan, sömürgecilik ve ırkçılığın tarihsel ve güncel tezahürlerinin ürettiği çok boyutlu şiddet üzerine adını koyarak pek de düşünmeyen çalışmalarla çizilmiş gibi gözüküyor. Geçmişin şiddetinin şimdide hangi şekillerde tezahür ettiğini, geçmişle bugün içinde yaşadığımız politik çerçeve ve iklim arasındaki süreklilik ve kopuş içeren ilişkileri daha derinlemesine düşünmeye ihtiyacımız var.

Türkiye hafıza sahasının kullandığı yöntemler bakımından da kendine özeleştirel bakması gerektiğine inanıyorum. Çünkü genel yaklaşımın makro düzeyden bakan, araştıran özneyi ayrıcalıklı bir yere koyan, sözü her zaman entelektüellere, sanatçılara ve sivil toplum profesyonellerine veren bir tarzda olduğundan söz edebiliriz. Bu genel yaklaşım hafıza sahasının sadece resmi öznelerini değil daha muhalif diyerek kabaca çerçeveleyebileceğimiz çevrenin pratiklerini de belirliyor. Sözü mücadele edenlerin kendisine bırakan, konuşma sahasını taban örgütleriyle ve hafızanın politikasını yapanlarla da paylaşan, bu alanda daha fazla iktisadi, siyasi ve sembolik güce sahip öznelerle bu güce sahip olmayan öznelerin kapladığı yer üzerine düşünen, kabaca kendi üzerine, yani kurduğu söz, alan açtığı özne ve dolaşıma soktuğu söylemler üzerine de düşünen bir muhalif hafıza sahasının oluşturulması bugünün siyasi momentinde bana çok önemli geliyor.

Geçmişle yüzleşmenin bitmeyecek çelişkili bir süreç olarak ele alınmasının sizce dezavantajları var mı? Bu bir hafıza sahası ise deneyimleyebileceğimiz saha yorgunluğu veya duygusal tahribat gibi

Ben geçmişin farklı biçimlerde işlenmesi sürecini politikanın esastan bir parçası olarak gördüğüm ve yeryüzü cenneti kurmadığımız sürece de politik mücadelenin süreceğine inandığım için bunu bir yorgunluk ya da tahribat konusu olarak görmüyorum doğrusu. Bu alanın Türkiye’de sıklıkla yapıldığı gibi travma, tahribat gibi kavramlarla ilişkilendirilmesine de mesafeli durmaya çalışıyorum. Kendi adıma zorla kaybetmelerin bilindiği ancak adının konulmadığı, bu suçun sömürgecilik ve ırkçılıkla ilişkilendirilmediği, suçun faillerinin rütbeli askerler, emniyet müdürleri ve çeşitli siyasi partilerde görev yapan itibarlı politikacılar olarak hesap vermeden yaşadığı bir ülkede yaşamaya kendim de itiraz ettiğim için bu mesele üzerine düşünmeye başladım. Sonra da akademik olarak bu suçun geçmişle hesaplaşma ve devlet suçlarının açığa çıkarılması bakımından tarihsel olarak ne söylediğine bakmaya çalıştım. Bu süreçte de başta Cumartesi Anneleri olmak üzere ama görüştüğüm tüm kayıp yakınlarından ölüme ve hayata dair, politik sadakate ve faillere hesap sormaya dair, zamanın akşını siyasi eylemlilikle değiştirmeye dair ve kişisel olanla politik olanı ince ince ilmeklerle birleştirmeye dair çok şey öğrendim. Onlar çok saygıdeğer ve çok zorlu bir mücadele verdiklerinden zaman zaman yorulmuş da olabilirler, yorulmaya rağmen dirençle, ısrarla, çok farklı şekillerde hesap sormaya devam ettikleri için onlara çok büyük bir saygı ve minnet duyuyorum. Bana sorarsanız, geçmişle hesaplaşma ve tarihin farklı işlenme biçimlerine dair benim daha belirgin gördüğüm sorun alanları, tahribat ya da yorgunluktan çok kendini fazla kapatma, depolitize etme ve farklı öznelerin sesini çalmadan onları içerme konularında olabilir.

Geçmişin demokratikleşmesi ile beden, ses ve görüntü arasında nasıl bağlar kurabilirsiniz?

Ne kadar güzel ve ne kadar zor bir soru. ‘Geçmişin demokratikleştirilmesi’ meselesini sömürgecilik ve ırkçılıkla hesaplaşma ile sıkı sıkıya ilişkili gördüğümden aklıma Siyah Hayatlar Değerlidir (Black Lives Matter) hareketinin de sloganı haline getirdiği Nefes Alamıyorum sloganı geldi. Achille Mbembe, polisin siyahları katlederken özellikle boğazlarına bastırıp nefessiz bırakarak öldürmesinin izini tarihsel sömürgecilik örnekleriyle sürüyor ve hava almanın, nefes alabilmenin, göğsünü genişleterek/gererek kendi bedenini ortaya koymanın, koyabilmenin önemini tartışıyor.

1990’lı yılları sadece devlet şiddeti ile hatırlamak son derece yanlış olacaktır. 1990’lı yıllar aynı zamanda geniş kesimlerin çok büyük bedeller ödeyerek Kürt hareketi etrafında politik olarak çok farklı biçimlerde mobilize olduğu siyasallaşma yılları, zaten devlet şiddeti pratiklerinin de büyük ölçüde bu siyasallaşmaya cevap olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu siyasallaşmanın bedensel yansımaları üzerine düşünürsek pek çok örnekten söz edilebilir. Türkiye’de, Kürt hareketinin 1990’lardan itibaren serhildanlarla, zafer işareti, sarı kırmızı yeşil renklerin kullanımı gibi belirli sembollerle izini sürdüğü bir ayakta duran ve direnen beden ikonografisinden söz edebiliriz. Ya da Cumartesi İnsanları/Anneleri eylemlerinde en ön sırada, başlarında beyaz tülbentler ve ellerinde kırmızı karanfillerle oturan kayıp yakını kadınların ortaya koyduğu çok güçlü bir sembolik görüntüden konuşabiliriz. Ya da 1990’lardaki JİTEM timlerinin kendi bedensel dillerinden, kar maskeli, sakallı, ellerinde telsizlerle gezen mütecaviz bedenlerin tekrarının yarattığı dehşet performansından söz edebiliriz. Belirli bir beden performansının ve görsel imgenin tekrarı hem devlet suçunun işlenmesi bakımından hem de buna karşı koyan farklı öznelerin kendi mücadelelerini ve siyasi öznelliklerini ortaya koymaları bakımından epey önemli bir yer tutmuş gibi gözüküyor.

Tanıklık ve tanıklığın krizi, çıkmazı üzerine neler söylemek istersiniz? Tam tanıklık, vekilen tanıklık, gerçek tanıklar… Muselmann, neler anlatılmaya çalışılıyor bu kavramlarla?

Geçmişi işleme biçimleri üzerine tartışmalar bana, genel bir kavram olarak tanıklık üzerine konuşmanın çok da doğru olmadığını öğretti. Yani farklı siyasi ve tarihsel bağlamlarda farklı tanıklık rejimleri ortaya çıkıyor: hem faillerden hesap sormak hem de kaybettiklerine bir sadakat jesti olarak tanıklar deneyimlerini farklı katmanlarda dile getiriyor. Tanıklığın krizi terimi örneğin yaygın bir şekilde Holokost sonrası çerçevede tartışılan bir terim. Dolayısıyla genel bir terim olan tanıklık üzerine konuşmak yerine hangi tarihsel bağlamda ve ne şekilde tanıklığı konuşuyoruz meselesini önce dikkatle netleştirip sonra tam da bu tikel tanıklık üzerine konuşmakta fayda var bence. Türkiye hafıza sahasında tanıklık üzerine epeyce konuşuldu aslında ama farklı tanıklık biçimlerinin, özellikle ırkçılık ve sömürgecilik bağlamlarındaki tezahürleri üzerine ne kadar konuşuldu çok emin değilim. Genel bir felsefi tanıklık tartışması yerine Türkiye çerçevesinde faillerin, faillerle açık ya da örtülü işbirliklerinin, devletin ve devlet dışı pek çok kurumun oluşturduğu inkar rejimlerinin, hangi mekanizmalarla bu inkar rejimlerinin sürdürüldüğünün konuşulması bana önümüzü daha fazla açarmış gibi geliyor. Tüm bu başlıkları, Ermeni Soykırımı, Kürt meselesi ekseninde devam eden savaş, LGBTİQ+ hareketlerin politik mücadeleleri, feminist mücadeleler ve pratikler gibi farklı çerçevelerde, tek tek kendi tarihsel bağlamları içinde ve birbirleriyle ilişkileri üzerine odaklanarak konuşabiliriz.

Tanıklığın mecra transferine değinmiştiniz. Sosyal medya aracılığı ile yeni öznellik biçimlerinin kullanılması, tanıklığın çoğullaşması ve genişlemesi, tanıklık formlarının değişmesi bazı tehlikeler yaratabilir mi?

Tanıklık biçimleri, özellikle de devlet suçlarına dair tanıklık biçimleri, içinde yaşadığımız dünyada, devletin, sermayenin ve sömürü ve tahakküm ilişkilerinin tecessüm ettiği başka yapıların sürekli saldırıları nedeniyle zaten ‘tehlike’ altında gibime geliyor. Yani geçmişle hesaplaşmanın radikal politik sözü rejimin bekçileri tarafından çok farklı şekillerde her gün ehlileştirilmeye çalışılıyor. Sosyal medyanın bu anlamda özel ve yeni bir tehlike olduğunu düşünmüyorum doğrusu, her mecrada zaten mevcut olan tehlikenin kendini yeniden gösterdiği yeni bir mecra olduğunu söyleyebiliriz belki. Sosyal medya hem ‘sıradan’ insanların sözünün yayılması açısından, hem geçmişin işlenme biçimlerine dair tartışmaların daha demokratik yapılması bakımından kimi imkanlar da sunuyor. Pek çok radikal oluşum örgütlü davranarak kendi sözünü ve kendi geçmiş yorumunu bu mecralarda yayabiliyor, bunu son derece olumlu buluyorum. Öte yandan diğer bütün araçlar gibi sosyal medyada da devletlerin istihbarat örgütleri de çalışıyor, hem kendi sözlerini yaymak hem de alternatif sözleri yayanları kriminalize etmek için uğraşıyorlar. Bu çerçevede Türkiye’de sosyal medya kaynaklı davaları hatırlamak yeterli. Radikal sözlerin sosyal medyanın genel uğultusu içinde yutulması gibi bir risk de olabilir belki, dolayısıyla imkanları ve sınırlılıkları birlikte düşünmek daha doğru olabilir.

Siz Z kuşağının hafıza ile ilişkisini nasıl tanımlıyor, gözlemliyor veya tahayyül ediyorsunuz? Araştırmacılar çoğu kez bu kuşağın politik tahayyülüne ve imgelem dünyasına dair karamsarlar, biliyorsunuz. Bu vesile ile kuşakçı kavrayışın çıkmazlarını da betimlersiniz belki.

Hafıza tartışmalarında kuşaklara ve kuşakların ilişkilerine dair çok şey söylenmiş. Örneğin soykırımlardan sonra kuşaklar arası kamusal alanda konuşma ve tanıklık etme pratiklerinin farklarına ya da farklı kuşakların kurduğu farklı dillerin deneyimi nasıl yansıtacağına dair pek çok tartışma var. Bu mesele benim, tıpkı sosyal medya meselesinde olduğu gibi, birinci dereceden üzerine düşündüğüm ve çalıştığım bir konu değil ama kişisel gözlemimden söz edebilirim. Ben Z kuşağı olarak anılan kuşağın politik dilini ve geçmişin farklı işlenme biçimleriyle kurduğu ilişkiyi genel olarak son derece olumlu, kafa açıcı ve radikal buluyorum; karamsar yaklaşmanın aksine yeni kuşakların genel olarak çok taze ve köktenci bir soluk getirdiklerini düşünüyorum. Benim kuşağımdan pek çok araştırmacının cancel culture adını vererek dudak büktüğü politik mücadelelerini, ırkçıların ve şiddet faillerinin diline itiraz etmelerini, farklı faşizmlerin ve muhafazakarlık biçimlerinin birbiriyle olan ilişkisi üzerine kafa yormalarını, hem bir politik jargon kurmalarını ama hem de kendi kurdukları politik jargon dahil hiçbir politik kalıbı çok da ciddiye almamalarını son derece olumlu ve devrimci buluyorum. Karamsarların karamsarlıklarını da biraz kendilerini iktidar sahibi hissettikleri dünyanın çözülüyor olmasına bağlıyorum ama ‘eski dünyalar’ çözülmeseydi bildiğimiz hiçbir devrimci hareket ortaya çıkıp itirazını dile getiremezdi. O yüzden devletle çok daha mesafeli, heterodoks düşüncelere daha açık, farklı politik hareketleri birbiriyle ilişkilendirmeye daha yetenekli ve kendi radikal sözünü ortaya daha müdanasız koyan bir Z kuşağı hafıza sahasının tıkanmış damarlarını da açabilir, bunu mümkün görüyorum. Belki tek şerh koyacağım nokta çok güçlü bir şahsi imza anlayışını biraz fazla baskın buluyor olmam olabilir, ama onun da ne kadarı yeni kuşakla ne kadarı içinde bulunduğumuz siyasi ve toplumsal anın yarattığı politik kültürle ilişkili bilemiyorum, bunun üzerine daha etraflı düşünmek gerekir gibime geliyor.

Bizlere, sizi hatırlamaya yeniden ve yeniden açan belgesel ve filmler önermek ister misiniz?

Geçmişin işlenme biçimlerine dair çok fazla sayıda film ve belgesel var ve bu konuyu da muhtemelen benden çok daha iyi bilen, sinema ve geçmiş üzerine düşünen pek çok insan vardır ama aklıma ilk gelen örnekleri seve seve önerebilirim elbette:

  • Nuit et Brouillard, Alain Resnais, 1956.
  • Nostalgia for the Light, Patricio Guzman, 2010.
  • The Act of Killing, Joshua Oppenheimer, 2012.
  • The Look of Silence, Joshua Oppenheimer, 2014.
  • Saroyan Ülkesi, Lusin Dink, 2013.
  • He bû tune bû, Kazım Öz, 2014.
  • Bakûr, Çayan Demirel, Ertuğrul Mavioğlu, 2015.
  • Altındağ-Bir Umut Kondu Hikâyesi, Bayram Balcı, 2018.
  • Ah Gözel İstanbul, Zeynep Dadak, 2020.
  • ‘Yıllar Affetmez’ Sözlü Tarih Belgesel Serisi, (Konuklar: Belgin Çelik, Yağmur Arıcan, Zeynep Ersürer) Pembe Hayat, 2021.
  • The Battle of Algiers, Gillo Pontecorvo, 1966.
  • Güneşe Yolculuk, Yeşim Ustaoğlu, 1999.
  • Caché, Michael Haneke, 2005.
  • Min Dît, Miraz Bezar, 2009.
  • Press, Sedat Yılmaz, 2010.

Hafıza ve Gençlik Projesi, Hafıza Merkezi tarafından Chrest Vakfı ve Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin desteği ile yürütülüyor.

Hafıza Merkezi kurucularından olan Özgür Sevgi Göral İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde erken dönem cumhuriyette çocuk suçluluğu ve ıslahevleri üzerine yazdığı tez ile master derecesini aldı. 1990’lı yılların devlet şiddeti pratiklerinin iki örneği olan zorla kaybetmeler ve zorla göç üzerine yazdığı tezle Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’dan (EHESS) 2017 yılında tarih doktorasını aldı. İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde çeşitli dersler veren Göral, 2009 yılından beri İstanbul Barosu üyesi. Çalışmalarına şu anda Paris 8 Üniversitesinin Jeopolitik Enstitüsünde (Institut Français de Géopolitique) doktora sonrası araştırmacı olarak devam ediyor.

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

Hafıza Merkezi
Hafıza Merkezi

Written by Hafıza Merkezi

Hakikat Adalet Hafıza Merkezi | Truth Justice Memory Center #zorlakaybetmeler #yüzleşme #enforceddisappearances #dealingwiththepast

No responses yet

Write a response