Kürtlerin “devlet gölgesinde” kalan kolektif hafızası ve yüzleşme

Hafıza ve Gençlik projemiz katılımcılarından Medzan Nakçi ve Xemgîn (Yusuf) Görücü, akademisyen Adnan Çelik ile 90’ların Kürt kolektif hafızası üzerindeki etkisini, Kürtler arası çatışmaların “devletin gölgesindeki” dinamiklerini, mağduriyete dayalı hatırlama gramerini, bellek yitimini ve devletin Kürtlere yönelik mülksüzleştirme politikasını konuştu. Kürtlerin Türkiye’deki yakın tarihinin sürekli bir yerinden edilme tarihi olduğunu vurgulayan Çelik, suç karnesi oldukça kabarık olan bir ülkede geçmişe dair esaslı bir hesaplaşma ve yüzleşme için süreci tekil olaylarla sınırlandırmadan bütüncül bir hesaplaşma çerçevesinde ele almak gerektiğini söylüyor.

Hafıza Merkezi
17 min readSep 16, 2021

Söyleşi: Medzan Nakçi ve Xemgîn (Yusuf) Görücü

Her insanın ve her toplumun bir geçmişi vardır; bunun yanında bir de geçmişle bir ilişkisi vardır. Mithat Sancar’ın bu sözleri ile başlamak istiyoruz. Çünkü 90lar Kürtlerde çok güçlü bir kolektif hafıza oluşturdu ve Kürtlerin geçmiş ile ilişkisi de kuşaklar arası devam etmekte. 90lı yıllarda Kürt illerinde neler yaşandı kısaca anlatır mısınız? 90lı yıllar Kürtlerde ve Kürt illerinde nasıl bir hafıza oluşturmuştur?

Türkiye’de geçmişle hesaplaşma ve hafıza alanında Mithat Hoca’nın 2007’de çıkan kitabı öncü rol oynayan çalışmalardandı. Elbette tüm toplumların, bireylerin, yeryüzünde yaşayan tüm canlıların bir geçmişi var. Ama burada esas üzerinde duracağımız nokta geçmişle kurduğumuz ilişki, geçmişin ne şekilde işlendiği meselesidir. Geçmişi nasıl ele alıyoruz? Geçmişi şimdiki zamana nasıl çağırıyoruz?

90’lar çok uzun ve çok katmanlı bir süreç aslında. 90’lar tümüyle tek tip bir on yıldan ziyade kendi içinde çok genişlemiş ve uzamış bir zaman aralığı. Bütünüyle homojen bir süreçten çok içinde birçok sekansa bölünen, herkesin kendi penceresinden baktığı ve hatırladığı bir dönem. Bu nedenle hem Türkiye’nin batısında hem de Kürtlerin kendi içinde farklılaşan 90’lar anlatısı/anlatıları var.

Sancar, Mithat. “Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne.” İstanbul: İletişim.

90’lara daha genel bir yerden bakıldığında özellikle Kürtler açısından hem direnişler hem de yıkımlara dair bir hafızayı çağırıyor bu dönem. Sadece Türkiye’deki Kürtler açısından değil, Güney Kürdistan’da Halepçe katliamının bütün anısı henüz tazeliğini yitirmemişken yaşanan “Raperin’’ (halk ayaklanmaları), Doğu Kürdistan’da 80’lerin sonunda PDK-İ lideri Qasimlo’nun suikaste uğraması ve bunun oradaki Kürt hareketini krize sokması, Rojava’daki halk devriminin tohumlarının ekildiği bir örgütlenme larvası dönemi vs… Dolayısıyla 90’lar sadece Türkiye Kürtlerini etkileyen bir süreç değil, genel olarak da Kürtleri etkileyen bir süreç. 80’lerdeki ağır yıkımların biriktirdiği yükü devralan bir on yıl.

Türkiye’deki Kürtlere baktığımızda hem muzaffer bir öznellik rejimi içerisinde, zafere dayalı gelecek ufkunun adeta bir Kuzey Yıldızı gibi parladığını gördüğümüz hem de o gelecek ufkunun çok hızlı bir şekilde karardığı, Kuzey Yıldızı’nın birdenbire kayıverdiği bir uzun on yıl görüyoruz. Tabii bu uzun on yılda olan bitenleri anlamak ve tarihsel bağlamına oturtmak için daha öncesine gitmeliyiz.

Kürt siyasal hareketinin parçalı direnişlerinin askeri olarak mutlak bir şekilde yenildiği ve yeraltına çekildiği 1930’lar sonundan 1960’ların başına kadarki süreç Hamit Bozarslan’ın deyişiyle bir “suskunluk”, “yılgınlık” dönemiydi. Ya da Ruşen Arslan’ın deyişiyle bu bir “Fetret Devri” idi. Elbette bu tanımlamalar Kürtlerin kamusal alandaki açık talep ve mücadelelerinin olmayışına refere ettikleri ölçüde doğruydular fakat bu dönemde bile Kürtlerin gizli bir kamusal alan inşa edebildiklerini, birtakım infra-politikalarla 1960’larda yeniden kamusal alana çıkan Kürt siyasal taleplerinin ortaya çıkma zeminini oluşturduklarını da belirtmek gerekiyor. Doktora çalışmamda bu infra-politikalara örnek olarak Kürtlerin yaşadığı dört parça arasında yürütülen “kaçakçılık” pratiklerini, medreselerde illegal bir şekilde sürdürülen Kürtçe ve Arapça eğitim çalışmalarını ve henüz örgütlü bir ulusal-silahlı mücadele gramerine sahip olmasa da Kürt illerindeki toplumsal ve siyasal hoşnutsuzlukların bireysel düzeyde ortaya çıktığı sosyal eşkıyalık olgusunu ele alarak aslında dışarıdan bakıldığında bir “sessizlik” ya da “fetret” olarak görünen bu dönemde son derece dallanıp-budaklanmış bir geniş infra-politik ağının olduğunu göstermeye çalıştım. 1960’larda beliren açık siyasal talep ve örgütlenme süreci 70’lerin ikinci yarısında Kürdistan’ın durumunu sömürgecilik tezi ekseninde okuyan ve ulusal kurtuluş için silahlı mücadeleyi bir zorunluluk olarak kavrayan, ondan fazla fraksiyon arasında bölünmüş siyasal bir konfigürasyonun ortaya çıkmasına vesile oldu.

Adnan Çelik

1980’deki kanlı 12 Eylül cuntası bu yeni siyasal öznelliği ortadan kaldırmayı hedefledi. Darbe sadece Kürt illerini değil Türkiye’deki devrimcileri de çok sarstı; zindanlar, sürgünler vb. ile Türkiye’de devrimciler kımıldayamaz hale geldi. 1978’de Lice’de kuruluş kongresini gerçekleştiren PKK de diğer bütün örgütler gibi darbenin hedefindeydi fakat Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan işkenceler ve diğer baskılar PKK’yi geriletmek yerine daha da güçlendiren, militanları açısından silahlı mücadeleyi daha da zorunlu hale getiren bir direniş kararlılığı yarattı. Darbenin etkilerinin tüm ülkeyi derin bir sessizlik ve itaate zorladığı bir zamanda PKK silahlı mücadeleyi başlattığını duyurdu. Bu yeni durum Türkiye Kürtleri açısından bir şok etkisi yarattı. Esat Oktay Yıldıran’ın Diyarbakır 5 No’lu zindanına gömmeye ant içtiği “Kürtçülük” en radikal biçimiyle tam da bu “gömme” işleminin bütün gaddarlığıyla devam ettiği bir anda ve tam da orada kelimenin gerçek anlamında “gömülen” direnişçilerin mirasına duyulan sadakate tutunarak yeniden ayaklanmıştı. 12 Eylül hafızası henüz çok tazeydi. Kürtler büyük bir hayal kırıklığı içindeydi. Fakat 1984–1990 arasında günden güne yoğunlaşan ve gelişen silahlı mücadele toplumsal karşılığını da hızlıca buldu. Hareketin silahlı kanadı olan ARGK ve cephe örgütlenmesi olan ERNK halkta karşılık bularak hızlıca büyüdü, genişledi. 90’ların başında, PKK’ye Türkiye Cumhuriyeti’nin beklemediği bir örgütlülük ve destek geliştiğinde devletin bu duruma henüz nasıl bir reaksiyon göstereceği tam olarak kararlaştırılmamıştı. 1990 Newroz’unda başlayan ve birçok Kürt kentine yayılan serhildanlar artık Kürtlerin kolektif kimlik taleplerinin silahlı mücadeleyi aştığını gösteriyordu ve bu durum devleti daha da fazla ürküttü. Çünkü Newroz kutlamaları, kepenk-kontak kapatma eylemleri, okul boykotları ve gerilla cenazelerinin sahiplenilmesi, görkemli törenlerle gömülmesi gibi kolektif direniş eylemleri hızlıca yayılıyordu.

90’ların başında bu eylemsellikler zirveye ulaştı ancak devlet de boş durmadı elbette. 1985’te hayata geçirilen koruculuk sistemi ve 1987’de Kürt kentlerinde ilan edilen OHAL meselenin devlet nezdindeki ciddiyetini göstermekteydi. 90’lar başında silahlı mücadele toplumsal bir karşılık bulup kentsel alanda siyasal mobilizasyon kapasitesi de edinince devlet bu ikili serhildan dinamiğine karşı (kırsalda silahlı mücadele, kentlerde siyasal mobilizasyon) kendi tarihindeki ve dünyadaki isyan bastırma örneklerinden hareketle yeni bir savaş stratejisi geliştirdi ve 1993 yılının devamında “düşük yoğunluklu savaş’’ olarak nitelendirilebilecek bu stratejiyle sadece savaşın tarafı olan silahlı güçlere değil, hareketi ayakta tutan toplumsal tabanı zayıflatmak için de “gerekeni yaptı”.

Toparlarsak, 90’lar kendi içinde farklı sekanslardan oluşan 10 yıllık bir dönemi oluşturuyordu. İlk dönem Kürt Hareketinin zirveye ulaştığı ve halkta büyük bir yankı bulduğu 1993’e kadar olan dönemdir; bu dönemi ben “muzaffer öznellik rejimi’’ olarak tanımlıyorum. Çünkü halk bir zaferin geleceğine dair çok inançlıydı. 93’ten sonra ise Lice’de çok duyduğum “salên şewatê” yani “yangın yılları’’ olarak çevirebileceğimiz bir dönem yaşandı. Bu adlandırmanın kökeni 1925’teki Kürt direnişi sonrası 1927 yılında gerçekleşen Pêçar Tenkil Harekâtı süresince Lice ve çevresinde yakılan onlarca köyün hafızasına dayanıyor. Liceliler 1927 yılı için “sala şewatê” yani “yangın yılı” derler. Bu kolektif hafıza 90’lara da aktarılmış ve 90’lar da aynı şekilde ama bu defa daha uzun bir zamana yayıldığı için çoğul bir ifadeye bürünerek “salên şewatê” yani “yangın yılları” olarak adlandırılmıştı. Gerçekten de bu dönem yangın yıllarıydı. Kürt illerinde zorla boşaltılan ve büyük bir kısmı yakılan köyler, ateşe verilen veya paramiliter çetelerin rant ekonomisi çerçevesinde kesilen binlerce hektarlık ormanlar, zorla kaybettirmeler, JİTEM ve koruculuk gibi paramiliter güçler, kontrgerilla aktörleri…

Yıkım ve talanlar karşısında egemen hafızaya karşı nasıl bir hafıza oluşturuldu? Mağduriyet hafızası, bir noktada direnişe dair bir hafızasızlığa neden olmuyor mu? Yeni kuşak daha çok mağduriyet hafızasını ele alıyor, sizce burada baskın olması gereken bir hafıza var mı? Egemen hafızaya karşı tam olarak nasıl bir hafıza oluşturulmalıdır?

Özellikle 2000’ler sonrası kuşağın daha doğrusu 2000’ler sonrası hatırlama gramerinin 90’ları daha çok mağduriyet hafızası üzerinden hatırlamaları sosyolojik olarak da bana çok ilginç geliyor. Fakat bu durumu anlamak için bence 12 Eylül’e ve özellikle de Diyarbakır 5 No’lu Cezaevine dönmemiz gerekiyor. Bilindiği üzere Kürt siyasal hareketleri ve hatta genel olarak Türkiye’deki Kürtler için Diyarbakır Cezaevi, 12 Eylül belleği ile özdeşleşti. Burada insanlığa karşı işlenen suçlar ve bu suçlara dair hem direniş hem direnemeyiş, sonraki on yılların hatırlama çerçevesini de belirledi.

Diyarbakır zindanında yaşanan bu insanlığa karşı suçlar o dönemde buradaki hak ihlallerini gündemleştirmek için çaba sarf eden hak savunucularını ve tutsakların ailelerini insan hakları merkezli bir mücadelenin içine dahil etti ve bu özellikle 1993 sonrasında belirginleşen devletin yeni savaş konsepti ile daha da gelişti ve Kürtlerin hak mücadelesi insan haklarına dayalı bir talep ve savunuculuk grameri içinden kuruldu. Mağduriyete dayalı bu anma grameri süregelen direnişi kamusal alanda öne çıkarmaktan ziyade ulusal ve uluslararası hak sözleşmelerine, küresel ölçekte yükselen insan hakları söylemine dayanan bir dil geliştirdi. Bu durumun kendisini elbette yargılamıyorum zira hem uluslararası arenada bir destek ve meşruiyet bulmaya çalışmak hem de devletin özellikle 1990’ların başından itibaren OHAL düzenlemeleri çerçevesinde yürürlüğe soktuğu Terörle Mücadele Kanunu gibi uygulamalar direnişi kamusal alanda dile getirmeyi son derece zorlaştırıyordu. Bu direniş söylemini kamusal alanda kullanmanın bedeli oldukça ağırdı. Nitekim binlerce siyasi militan tam da bunu yaptığı için ya yaşamını yitirdi ya cezaevine girdi ya da sürgüne gitmek zorunda kaldı.

12 Eylül darbesi ardından Diyarbakır Cezaevi çok yoğun direnişlere tanıklık etti. Yine 90’ların başından itibaren halkın kentsel mekanlardaki siyasal mobilizasyonu -ki ben bu kolektif eylem repertuvarının tamamını “serhildan” olarak tanımlamayı tercih ediyorum- da güçlü bir direniş deneyimi yarattı. Ama bu direnişler kamusal alanda yeterince dile getirilemedi. Çünkü kamusal alanda direnişin dile gelmesi özellikle 93’ten sonra çok ağır bedeller gerektiriyordu. Bu durum direnişi özel alana mağduriyeti de kamusal alana hapseden bir öznellik rejimi yarattı. Nitekim 90’ların ikinci yarısından itibaren bu durum ana akımlaştı. Bu açıdan bakıldığında 90’ları yaşamayan kuşak, ancak eğer özel alanda direnişi paylaşacak yakınları varsa bundan haberdar olabildi yoksa mağduriyete dayalı anma ve hatırlama grameri içinde bir 90’lar belleğinin içinden geçmek durumunda kaldı. Bu nedenle 90’larda yaşanan uzun on yıl nasıl kendi içerisinde homojen, yekpare bir zamansallık olarak kavranamayacaksa, nasıl kendi içinde farklı sekanslara bölünmüş parçalı öznellikleri çağırıyorsa, nasıl hem muzaffer bir öznellik ve yakın zafer ufkunu hem de o ufkun hızlıca kaybolduğu bir “melankoli” duygulanımını bir arada içeren bir yaşanmış deneyimler bütününe tekabül ediyorsa; bu on yıla dair direniş ve mağduriyeti de birlikte düşünen, ikisini de hatırlama peyzajına dahil eden bir bellek inşasına ihtiyaç var.

90larda yaşananlarla ilgili ayrıca kadınlara dair bir hafızadan bahsedebilir miyiz? Yaşanan büyük yıkımlar başka hafızaları ve mağduriyetleri gizlemiş midir? Özellikle saha araştırmasında 90’larda kadınlara yönelen özel bir cinsel- psikolojik şiddete dair veri var mı?

90’lardaki Kürt mücadelesi Kürt illerindeki siyasal mücadeleler tarihinde ilk defa iki temel aktör ortaya çıkardı: Gençler ve Kadınlar. Gençler özellikle 1960’lardan itibaren dünyadaki gençlik hareketlerinin de etkisiyle temel aktörlüğe aday olmaya başlamışlardı. Kürtler içinde de hızlıca sivrilen ve Kürt politik hareketlerinde de öne çıkan bu genç kuşak büyük oranda öğrenci gençliğinden ibaretti. 90’lar başında doruğa ulaşan Kürt mücadelesi ise mektepli gençliğin ötesine geçerek en temelde yoksul ve üniversite gençliği olmak üzere farklı sınıflardan gelen daha genel ve heterojen bir kategoriyi mobilize etmeyi başardı. Bu mücadelenin ikinci ama belki de daha önemli başarısı ise, her ne kadar 1970’lerin ikinci yarısında serpilen farklı Kürt fraksiyonları içerisinde ilk nüvelerini görmeye başlasak da, ilk defa Kürt illerinde kitlesel bir düzeyde, kamusal alanda kadınların mobilize olmaya başlamaları ve hem silahlı hem de sivil hak mücadelesinin en ön saflarında yer almalarıydı. 1992’deki Cizre Newrozunda kadınların şahsında Bêrîvan’ın sembolleşmesi bu açıdan çok önemlidir.

Gençlik için olmasa da özellikle kadınlar açısından kamusal alandaki kolektif eylem repertuvarını oluşturan serhildanlara ve daha da radikal olan silahlı mücadeleye katılım için dağa çıkmak Kürt toplumunun verili normlarını altüst eden, dinsel ve patriarkal hiyerarşiler tarafından inşa edilmiş geleneksel ethosu parçalayan sarsıcı bir deneyimdi. Nitekim kadınların toplumda direnişin öznesi ve öncüsü olması toplumun önemli bir kesimi tarafından yadırganıyor ve dehşet verici bulunuyordu. Ancak kadınların hem silahlı hem de sivil alandaki mücadeleye aktif ve kitlesel katılımları, bu toplumsal normların çok hızlı bir şekilde sarsılmasına ve günden güne mücadele içerisindeki kadınlara yönelik güçlü bir sempati ve hayranlığın gelişmesine vesile oldu.

90’larda kadınlara yönelen özel bir cinsel-psikolojik şiddete gelirsem; bunu biraz kendi bireysel deneyimlerim bağlamında yanıtlamam gerekiyor. Bir etnografik araştırmada bireysel kimliğiniz çok şeyi belirliyor, değiştiriyor. Görüşme yaptığım insanlar benimle bir Zaza, Pasorlu (Kulp), erkek ve yurtdışında eğitim gören bir akademisyen olarak iletişim kuruyordu. Bana anlattıklarının çerçevesi de tam da bu kimliklerim dolayımında şekilleniyordu. Kadınların özellikle komando tugayları, korucular, JİTEM üyeleri ve Hizbullah militanları tarafından maruz kaldıkları baskı, şiddet ve hakaretlerle ilgili çokça tanıklık dinlememe rağmen doğrudan cinsel şiddete yönelik tanıklığa denk gelmedim. Fakat birçok insan hakları örgütünün hazırladığı raporlardan biliyoruz ki 90’lardaki savaşta kadınlar çok yaygın bir şekilde fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kaldılar. Başta savaşçı kadınlar olmak üzere Kürt mücadelesinde aktif olanlar bu şiddeti çok yaşadı. Bu yüzden eminim sahada kadın bir araştırmacı görüşmeler yapsaydı bu konuda daha farklı ve kapsamlı cevaplar alırdı. Zira araştırmacı kimliğiniz bu noktada karşıdaki kişinin ne anlatacağını çok belirliyor. Görüşmeciler kamusal alanda “konuşulabilir” olan şeyleri daha rahat ifade edebilirler ancak toplumun “mahrem’’ olarak algıladığı konularda özellikle erkek bir görüşmeciye aktarmaları daha zor oluyor.

Diyarbakır panaroması. (Kaynak: Dikran Mgount, Ամիտայի արձագանգներ [Echoes from Amida/Diyarbekir], Vol. 1, New York, 1950).

2015–2016 yıllarındaki sokağa çıkma yasaklarında Kürt illerinde yaşanan ihlallerin başında zorla göç ve yerinden edilme, katliamlar ile karşılaşıldı. Dikkatleri çeken de bireylerin ve ailelerin kolektif hafızalarına bir yeni hafızanın eklenmesiydi. 90lı yıllarda yaşanan köy boşaltmaları, evlerin talan edilmesi sonucunda köylerden şehirlere göç etmek zorunda kalan aileler ve bireyler, tekrardan yakınlarının kaybedilmesi gibi olaylarla karşılaştılar. Sokağa çıkma yasakları döneminde tekrardan göçe zorlanmaları, yerlerinden edilmeleri gözlendi. Bu yaşananlar ve toplumun kolektif hafızası ile ilgili düşünceleriniz nelerdir?

Yüksek lisans tezim kapsamında 2008–2010 arası Diyarbakır Sur’da, özyönetim direnişleri esnasında ve sonrasında fiziksel olarak tamamen yok edilen Xançepek/Gâvur Mahallesi (resmiyette Hasırlı Mahallesi) üzerine çalıştım. Bu mahalle sakinleri ile yaptığım sözlü tarih görüşmelerine dayanarak mahallenin 1915 Ermeni soykırımından 1990’lara kadarki sosyolojik dönüşümü konusunu ele aldım. 20 yy. başında birçok dinsel ve etnik grup (Ermeni, Süryani, Keldani, Yahudi, Kürt, Ezidi) Xançepek’te yaşamaktaydı ancak 90’ların sonuna gelindiğinde mahallede sadece Kürtler ve Romanlar vardı. Mahalledeki Kürtler ve Romanların çoğu 90’lardaki zorla köy boşaltma süreçlerinde buraya göç etmişti. 2018’de Bağlar’da ve Şehitlik’te aynı ailelerle görüştüm. 90’larda köylerinden zorla edilen bu insanlar bu sefer Sur’daki savaştan dolayı kentin diğer semtlerine göç etmek zorunda kalmışlardı. Bu yönüyle bakıldığında aslında Kürtlerin Türkiye’deki yakın tarihi sürekli bir yerinden edilme tarihidir. Bu süreç sadece son yüzyılı düşündüğümüzde 1916’daki Kürt tehcirine, 1925’teki Şark Islahat Planına kadar götürülebilir. Bu zorunlu yer değiştirmeler bireysel, ailesel, toplumsal boyutu ile sürekli bir tahribat yaratıyor ve aynı zamanda hafıza kırımını da beraberinde getiriyor. Belleğin mekânla kurduğu ilişkinin hayatiliğini düşündüğümüzde bu sürekli yer değiştirmelerin nasıl bir tahribat yaratabileceğini tahmin edebiliriz.

Tabii bu zorla yerinden edilmeyi sadece bellek yitimi açısından değil belki de daha öncelikli olarak iktidarın temel ajandasını oluşturan demografik mühendislik ve mülksüzleştirme politikası açısından da düşünmemiz gerekiyor. Örneğin 90’lardaki zorla yerinden edilme öncesinde kırsaldaki birikiminizi oluşturan ev, hayvanlar, tarla vb. hiçbir şeyinizi alamadan Diyarbakır merkeze göç etmek zorunda kaldığınızda on yıllara dayanan birikiminiz de sıfırlanıyor. Biriken bütün bu kapital de yok oluyor. Sur’a 90’larda köyleri yakıldığında göç edenler burada yaşamlarını sıfırdan inşa ettiler. 2016’a gelindiğinde bu ailelerin birçoğu ekonomik olarak kendilerini toparlayabilmiş, kısmi bir birikim elde etmişlerdi. Fakat savaşla ve sonrasındaki devlet politikaları (savaş esnasındaki fiziksel yıkıma sonrasında kentsel dönüşüm politikaları eklendi) yüzünden yaratımları yine sıfırlandı. Bu nedenle yerinden edilme hikâyesi aslında mülksüzleştirme hikâyesi oluyor. Tabii bunların dışında da ciddi tahribatlara yol açıyor. Örneğin var olan toplumsal dayanışma ağları, mahalle kültürleri de yok edildi…

90lı yılların birçok açıdan travmatik sonuçlar doğurduğu, Kürt illerinde ve Kürtlerde kapanmayan yaralar açtığını biliyoruz. 90’lı yıllarda yaşanan şiddet ve politikalara dair devletin hakikat ile yüzleşmesi gerekmiyor mi? 90lı yılların hakikatiyle yüzleşme-hesaplaşma mekanizmaları nasıl oluşturulabilir? Kürt sorununun çözülmesi adına, Türkiye ve Kürt illerinde 90lı yıllardan 2021e kadar yaşanan olayları esas alarak, barış inşası için yüzleşmek bir dönüm noktası olabilir mi?

Tabii Türkiye’de bir geçmişle hesaplaşma olacaksa bu 1915 Ermeni soykırımı ile başlamalı çünkü devletin temelleri bu soykırım üzerine inşa edildi. Ermeni soykırımı, Pontus, Koçgirî, Zîlan, Dersim, 6–7 Eylül, Alevilere yönelik pogromlar, darbeler, 90’lar, 2015 sonrası… Bu liste uzayıp gider böyle. Suç karnesi oldukça kabarık olan bir ülkede geçmişe dair esaslı bir hesaplaşma ve yüzleşmenin en önemli ilkesi bu süreci tekil olaylarla sınırlandırmadan bütüncül bir hesaplaşma çerçevesinde ele almak. Fakat maalesef Türkiye’deki Sünni-Türk egemenliği inkâra dayalı “kırmızı çizgilerinden” pek ödün vereceğe benzemiyor. İktidardakilerin ideolojik perspektifleri değişse de ülkenin insanlığa karşı islenen suçlar karnesi büyümeye devam ediyor. İktidarlar geçmişe dair bir hesaplaşmayı ısrarla reddetmeye, en iyi ihtimal Dersim soykırımı örneğinde gördüğümüz üzere konuyu partiler arası bir hegemonya mücadelesinde araçsallaştırmaya devam ediyorlar.

Adorno 60’larda Holokost’la nasıl yüzleşileceği ile ilgili bir konuşmasında geçmişte yaşananları var eden yapısal temeller varlığını sürdürdükçe geçmişin işlenmesinin pek de mümkün olamayacağını belirtiyordu. Çünkü zaten o geçmişi yaratan şey, onun ortaya çıkmasına olanak veren yapısal dinamiklerdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin de kendisini ulus-devlet olarak kurgulaması ve Türk-Sünni dışındaki özneleri eşitlik temelinde ele almaması bu yapısal temelin hala varlığını sürdürdüğünü gösteriyor. Dolasıyla Türkiye eğer geçmişiyle yüzleşecekse bu ancak ulus-devlet yapısındaki “tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek din” anlayışına dayalı imtiyazlardan sıyrılarak olabilir. Bu da ancak kendi kurucu temelleriyle, dinamikleriyle hesaplaşmayla olabilecek bir şey.

Adnan Çelik’in doktora çalışmasına dayanarak hazırladığı “Devletin Gölgesinde Kürtler Kürtlere Karşı” başlıklı kitabı önümüzdeki ay Fransızca olarak yayımlanacak.

Devletin yüzleşmesi dışında Kürtler arası çatışmalarla ilgili Kürtlerin de bir yüzleşmesi söz konusu olabilir mi? Toplumsal dinamikler buna müsait mi? Özellikle 90lardaki Hizbullah hafızası nasıldı ve 6–8 Ekimde Hizbullah’a dair hafıza bu anlamda nasıl bir noktadadır? Geleceğe etkisi nasıl oldu?

Doğrusu 2012’den beri üzerine çalıştığım son derece karmaşık ve zor bir konu bu. Doktora araştırmamda Diyarbakır’ın üç ilçesi olan Kulp, Lice ve Silvan’daki yerel ölçekten hareketle Kürtler arası çatışmaları ele aldım. Her ne kadar esasta 90’lardaki sürece odaklansam da 90’lardaki Kürtler arası çatışma dinamiklerini ortaya çıkaran tarihsel bağlama da yoğunlaştım ve bunu da 19. yüzyılın ikinci yarısından 90’lara uzanan süreçte bu üç yereldeki aktörlerin ve çatışmaların karakteristiğinin dönüşümüne bakarak anlamaya çalıştım. Çalışmamın genel sonucu üzerinden şunu söyleyebilirim: Kürtler arası çatışma dinamikleri bir yanıyla elbette Kürt toplumu içindeki toplumsal eşitsizlikler ve güç ilişkileri ile alakalı fakat bu çatışmalar esas olarak devletin (önce Osmanlı İmparatorluğu sonra Türk Devleti) askeri, idari ve dinsel iktidar teknikleriyle müdahale ettiği, sürekli yeniden yapılandırdığı bir kolonyal mühendislik konfigürasyonu içinde ortaya çıkıyor. Yani devletin Kürtler arası çatışmalar üzerindeki gölgesi son derece kalın ve belirleyici. Bu belirleyicilik hem doğrudan devletin kolonyal müdahaleler setiyle açığa çıkıyor hem de Kürt toplumu içindeki verili çatışma ve ihtilafların tarafı olan Kürt aktörlerin güç ilişkileri içerisindeki konumlanmaları, kolonyal gücü kendi çıkarları lehine araçsallaştırmaları (aynı zamanda devletin de bu çatışmayı kendi lehine araçsallaştırmasıyla) yoluyla kuruluyor. Bu nedenle de doktora araştırmama dayanarak hazırladığım ve önümüzdeki ay Fransızcası yayınlanacak olan kitabımın ana başlığını Devletin Gölgesinde Kürtler Kürtlere Karşı olarak seçtim.

PKK, korucular ve Hizbullah arasındaki çatışmaların hafızası ile ilgili, saha araştırmalarıma dayanarak söyleyebilirim ki 90’lardaki Kürtler arası çatışmada en yaralı ve en ihtilaflı hafıza Hizbullah’a dair olanı. Hizbullah, bir silahlı aktör ve Kürtler arası ihtilafların bir tarafı olarak, 90’lardaki savaşta devletin kontrgerilla stratejisi çerçevesinde Kürt toplumunun belirli kesimlerini paramiliterleştirme çabaları ekseninde ortaya çıktı. Hem bu örgüte dair yapılan çalışmalar hem de benim doktora araştırmam kapsamında yaptığım onlarca görüşme bize bu örgütün, devletin gölgesinin çok fazla kalınlaştığı bir alanda hareket ettiğini gösteriyor.

Araştırmamda 90’lardaki Kürtler arası çatışmaları Carl Schmitt’in Partizan Teorisi yaklaşımıyla ele aldım. Schmitt’in “gerçek düşman” ve “mutlak düşman” arasında yaptığı ayrımın PKK, korucular ve Hizbullah arasındaki çatışmalarda da kendini gösterdiğini iddia ediyorum. Bu anlamda PKK’nin koruculara yönelik yaklaşımı onları “gerçek düşman” olarak görmeye ve silahlı çatışmadan önce ikna yoluyla onları silahsızlandırmaya dayanıyordu. Fakat Hizbullah ile PKK arasındaki çatışmalara bakıldığında ikisi arasındaki düşmanlığın “gerçek düşman”dan “mutlak düşman’’a evrildiğini gösteriyor. Mutlak düşmanlıkta düşmanın mutlak bir şekilde yok edilmesi gerekiyor. İhtilaflı taraflar kendi varlığının garantisini karşıdakinin yokluğunda görüyorlar. Hizbullah’ın PKK’yi “Partiya Kafirên Kurdistanê” yani “Kürdistan Kafirler Partisi” olarak tanımlaması, din düşmanı, Ermeni ve Ezidiler tarafından Müslüman Kürtlere karşı kurulmuş bir parti olarak görmesi ve bu şekilde onu ne pahasına olursa olsun yok edilmesi gereken bir “mutlak düşman” olarak konumlandırması, kentlerde ortaya koyduğu şiddetin düzeyini ve yöntemlerini kavramamıza olanak sağlıyor.

Korucular içerisinden oluşturulan bazı özel birliklerde ya da JİTEM bünyesindeki itirafçılar tarafından hem esir olarak yakalanan savaşçılara hem de sivillere yönelik korkunç hak ihlalleri gerçekleştirildi. PKK’nin de 80’ler sonunda ve 90’larda özellikle korucu yakınlarına yönelik çok ağır eylemleri oldu. Hatta son yıllarda örgütün üst düzey yöneticileri içerisinde bu eylemlere dair öz eleştirel açıklamalar da oldu. Fakat diyebilirim ki Hizbullah’ın özellikle 1992–1995 arası dönemde işlediği cinayetler kadar toplumu dehşete düşüren, toplumda güven ilişkilerini bu denli yaralayan bir hafıza oluşmadı. Hizbullah’a yönelik “Hizbul-kontra” adlandırması hem onun devletle olan ilişkisine refere eden bir anlamlandırma çerçevesi hem de bu isme tutunmuş son derece şiddet yüklü bir hafızayı barındırıyor. Fakat 90’lardan bu yana Hizbullah’ın siyasal olarak örgütlendiği parti de dahil olmak üzere bu örgütün mirasını sahiplenen kesimlerde geçmişle yüzleşmeye dair hiçbir gündem olmadı. Tam aksine her siyasal gerginlik anında Hizbullah 90’lardaki şiddet hafızasını geri çağırmaktan, onu kentsel alanlardaki sivil aktivistlere karşı bir tehdit aracı olarak canlı tutmaktan da geri durmadı.

6–7 Ekim 2014’te Kobanê’deki IŞİD saldırılarını protesto etmek ve uluslararası camianın dikkatini çekmek amacıyla mobilize olan Kürtlerin öfkelerini bu serhildan esnasında Hizbullah ile bağlantılı olarak gördükleri parti bürolarına veya işyerlerine yöneltmesi bu açıdan tesadüf değildi elbette. Çünkü Rojava’daki savaşla birlikte 90’ların hafızası tekrardan canlandı ve insanlar IŞİD’i ve El Nusra’yı bu süreçte Hizbullah’la özdeşleştirdi. Halkın kolektif belleğinin yeniden canlandığı bu protestolarda Hizbullah, Rojava’daki İslamcı örgütlerin bir avatarı olarak görülüyordu. Bu protestoların meşruiyet zeminini itibarsızlaştırmak için de yine devletin gölgesi bazı kesimler üzerinde kalınlaştı ve maalesef onlarca insanın yaşamını yitirdiği ağır bir hafıza kaldı geride.

Kobanê serhildanı bize geçmişe dair ihtilafların çözülmediği, onlara dair bir adalet tesisinin gerçekleşmediği bir toplumsal bağlamda yeni iç çatışmaların çok hızlı bir şekilde patlak verebileceğini gösterdi. Hizbullah’ın 90’lardaki pratiklerine dair herhangi bir yüzleşme çabasına girişmemiş olması protestolara katılan kitlelerin onu direkt devlet ve İslamcı örgütlerle özdeşleştirmesi sonucunu doğurdu. Bu noktada devletin Kürtler arası çatışmalarda harekete geçirici, kışkırtıcı rolünü, etkisini görmeden ve bu müdahilliği ortadan kaldırmadan Kürtler arası bir iç barış maalesef kolay değil. Hatırlıyorum 2007’de kurulan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Kürtler arası ihtilafların siyasi taraflarını da tek bir kongre çatısı altında bir araya getirmeye çalıştı, hatta dönemde PKK lideri Öcalan’ın Hizbullah’a çağrısı da oldu. 90’lardaki pratiklerine dair öz eleştirel bir tutum beyan etmesi şartıyla onun da DTK bünyesinde yer alabileceğini belirtti. Fakat bu gerçekleşmedi zira Hizbullah’ın buna hiç de yanaşmayacağı çok kısa sürede anlaşıldı. Ezcümle Kürtlerin kendi iç ihtilaflarının çözümü de geçmişle hesaplaşmanın önemli bir boyutu fakat mevcut kolonyal egemenlik koşulları sürdükçe bunun gerçekleşme olanağı da en başta devletin kendi suçlarıyla hesaplaşmasından, yüzleşmesinden geçiyor.

İnsan hakları savunucularının açıklamalarında da görülen ve aile büyüklerinin bize söyledikleri bir şeyler var sürekli: Türkiye toplumunda ve Kürt illerinde hak ihlallerinin bu denli yoğun olduğu bir dönem olmamıştır. Bununla ilgili görüşleriniz nelerdir? 90lı yılların günümüz ile ilişkileri nelerdir? Genç kuşak olarak 90lı yılları yaşıyor muyuz?

Fransız tarihçi François Hartog tarihsellik rejimlerini ele aldığı çalışmasında “şimdicilik’’ (présentisme) olarak tariflediği bir durumdan bahseder. Hartog’a göre şimdicilik, “şimdiki zamana yönelik bir saplantı” ile karakterize edilen ve “gerçekleştiği anda kendisini tarihsel olarak görmek isteyen” bir öznellik durumuna işaret eder. Hem geleceğe hem de geçmişe uzanan bu istilacı, her yerde hazır ve nazır şimdiki zaman içinde ileriye ve geriye bakmaya devam etsek de, tek ufkumuzu oluşturan bu şimdiki zamandan çıkamıyoruz. Bu nedenle de Hartog, her şeyi şimdinin paradigması ile düşünme eğiliminde olduğumuzu; geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki diyalektiğin koparıldığını ve bunun da bir kriz durumuna tekabül ettiğini belirtiyor. Hartog’un bu yaklaşımının izinden gidersek, diyebiliriz ki her şeyi şimdinin deneyimleri ve duyarlılığı üzerinden ele alma, onu şimdicilik dolayımıyla açıklama gibi bir durum yaşanıyor. Geçmiş ve gelecek arasındaki diyalektiği koparan bu yaklaşımda, şimdide yaşananları biricikleştirme, deneyimlenen zamanı kendi öznellik inşasının yegâne referansına dönüştüren bir durum var.

Genç kuşağın ve hatta hepimizin kullandığı “günümüzde 90’ları mı yaşıyoruz” ve hatta bazen “90’lardan da daha beter bir dönemden geçiyoruz” gibi ifadeleri, bu şimdicilik meselesi ile birlikte düşünmenin çok önemli olduğuna inanıyorum. Elbette 90’larda yaşananlarla 2015 sonrası yaşananlar arasında birtakım süreklilikler, benzerlikler var. Ancak bu bizi şimdicilik ufkuna hapsetmemeli. Her ne kadar 90’lar ve günümüze uzanan süreçte devlet açısından bariz süreklilikler olsa da nitelik ve nicelik olarak farklılaşan birçok nokta da var. Devletin despotik şiddete dayalı kolonyal varlığına özellikle 2000’ler sonrasında altyapısal iktidar teknikleri de eklemlendi. Rıza üretimini despotik iktidarının ötesine taşıyan, hızlıca genişleyen altyapısal iktidarı ile Kürt toplumuna müdahale eden, daha derinden nüfuz eden bir yeni tip kolonizasyon durumu yaşanmakta. 90’lar ve hatta 2000’ler öncesinde büyük oranda despotik yönüyle var olan devlet, altyapısal iktidar imkânlarıyla artık gündelik hayatın kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş durumda.

Hafıza ve Gençlik Projesi, Hafıza Merkezi tarafından Chrest Vakfı ve Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin desteği ile yürütülüyor.

Adnan Çelik kimdir?

Adnan Çelik 1983 yılında Amed’de doğdu. Kürtler arası çatışma dinamiklerini yerel ölçekte ele aldığı doktora çalışmasını 2018 yılında Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu (EHESS) Antropoloji bölümünde savundu. Doktora tezi Dans l’ombre de l’Etat. Kurdes contre Kurdes. Une anthropologie historique des conflits intra-kurdes au Kurdistan de Turquie başlığıyla Brepols’dan çıktı (2021). İsmail Beşikçi Vakfı bünyesinde yürütülen bir araştırma projesi kapsamında Namık Kemal Dinç ile birlikte Yüzyıllık Ah: Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir (IBV, 2015) kitabını yayınladı. Lucie Drechselová ile birlikte Kurds in Turkey: Ethnographies of Heterogeneous Experiences (Lexington, 2019) kitabının editörlüğünü yaptı. Bugüne kadar birçok dergi ve kitapta makaleleri yayınlanan Çelik, 2019’dan beri Fransa’daki Sciences Po Lille Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmacı olarak çalışmaktadır.

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

Hafıza Merkezi
Hafıza Merkezi

Written by Hafıza Merkezi

Hakikat Adalet Hafıza Merkezi | Truth Justice Memory Center #zorlakaybetmeler #yüzleşme #enforceddisappearances #dealingwiththepast

No responses yet

Write a response