İmroz: Bir Zamanlar Geri Dönüleceği İnancıyla Kapılarına Kilit Vurulan Ada

Hafıza ve Gençlik projemiz kapsamında 13–16 Eylül 2023 tarihleri arasında İmroz adasına bir saha gezisi düzenledik. Proje katılımcılarından Şükran Demir ve Özgür Ünal, gezi sonrasında İmroz izlenimlerine dair bir yazı kaleme aldılar.

Hafıza Merkezi
9 min readNov 20, 2023

Şükran Demir ve Özgür Ünal

Dereköy (Sxinúdi)

İmroz uzun bir geçmişe sahip. Şüphesiz ki bu geçmiş yaşamı temsil ettiği kadar karanlığı da temsil etmekte, ama birçok mekân gibi o da asıl sahiplerini kaybedince yok olan anın içinde donup kalmış gibi; o kadar çok yıkıntı, sessizlik, bir zamanların hareketliliğini kanıtlayan kalıntılar var ki adanın geçmişini merak etmemek imkânsız hale geliyor.

İşte bu merakı tetikleyen yıkılmış ve terk edilmiş bir evin önündeyiz. Tahtadan yapılmış bir penceresi var. Taştan duvarında ağaç gölgesi. Pencerenin hangi tarafında durursak hissediyoruz terk edilmişliği, terke zorlanışı… Yabancı bir hikâye değil bu. Bir yerlerden tanıdık. Ağacı bir yerlerden tanıyoruz; inatla, dirençle yaşamaya çalışan ağacı… Adanın iç taraflarına ilerledikçe buna benzer sayısızca manzaraya şahit oluyoruz ama bizde uyandırdığı his, bu coğrafyanın dört bir yanıyla benzer.

Aslında bu merak uyandıran adanın acıları yakın bir tarihe dayanmakta. 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması’nın 14. maddesinde Tenedos (Bozcaada) ile birlikte İmroz (Gökçeada) için: “Türk egemenliği altında kalan İmroz Adası ile Bozcaada yerel yönetim ile can ve mal güvenliği bakımından Müslüman olmayan yerel halka gerekli bütün güvenceyi sağlayan yerel unsurlardan kurulu bir özerk yönetim örgütünden yararlanacaktır,” deniliyor. Lakin 1927’de çıkarılan 1151 sayılı Mahalli İdareler Kanunu ile antlaşmanın bu maddesi yok sayılır ve adadaki Rumların özerkliği ellerinden alınır. Demokrat Parti iktidarı 1951 yılında bu kanunu iptal edip özel Rum okullarının açılmasına yeniden izin verse de İnönü hükümeti Mahalli İdareler Kanunu’ndaki hükmü tekrar yürürlüğe sokarak adadaki Rum okullarını yeniden kapatır. Tarihsel süreç içerisinde Türkiye ve Yunanistan hükümetlerinin ilişkileri ve tabii ki bu iki ülkenin ulus devlet anlayışıyla hareket ederek sınırları içerisinde homojen bir kimlik oluşturmaya yönelik çabaları Türkiye’deki Rumların sık sık sert politikalarla karşı karşıya kalmasına ve sürekli farklı tehditlere maruz bırakılmasına neden olur. 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi, 6–7 Eylül 1955 tarihinde gerçekleşen İstanbul pogromu, 1963’te Kıbrıs olaylarının başlaması ve bu olayların Türkiye’deki Rumları doğrudan etkileyecek durumları tetiklemesi onların yaşam, eğitim, ekonomik, sosyal alanlarının daraltılıp günümüzdeki sonucu doğuracaktır. Bugün artık İstanbul, Bozcaada ve İmroz’da Rum birine denk gelmek oldukça zor. Çünkü çok azı bu topraklarda yürütülen politikalara dayanabilmiş.

İmroz’dan Samothraki’ye bakarken…

Gökçeada, 2011 yılının Haziran ayında almış olduğu Cittaslow unvanı ile dünyanın ilk ve tek “yavaş” adası oldu. Adanın tarihini ve bugününü yakından bilmeyenler için bu durum son derece çekici ve takdir edilesi bulunabilir. Fakat bu sakinliğin ve yavaşlığın bir nedeni de hayalet köylere, sokaklara, tarlalara dönüştürülmüş mekânların yarattığı ıssızlık ve sessizliğin korkunçluğu olabilir. Oysa bir zamanlar çocukların oyunlarıyla, koşuşturmalarıyla, ailelerin telaşıyla; kahvehanelerin, okulların, çamaşırhanelerin, sahillerin canlılığına canlılık kattığı kesin.

Dereköy’ün biraz dışarısına konuşlanmış açık cezaevi binasından geriye kalanlar.

Rumlar kendilerine yönelik bu politikalardan çok fazla etkilense de asıl büyük göç dalgası ve ıssızlaşma 7 Mart 1964 tarihinde çıkarılan 35 sayılı Milli Güvenlik Kurulu kararı ile başlayacaktı. Bu karara uyarınca “Adaların kadastrosunun yapılması, kültürlü ve yüksek tahsilli bir müftü tayini, modern bir caminin inşası, açık tarım cezaevi tesisi, devlet üretme çiftliği kurulması, yatılı ilk öğretmen okulu yapımı, bir jandarma er eğitim taburu intikali” planlandı ve uygulandı.

İmroz’un Rumsuzlaştırılması için birden fazla aracın devreye sokulduğu ve bu yöntemlerin her birinin de birbirini destekleyerek istenilen sonucu yarattığı görülüyor. Özellikle Dereköy’ün aşağısına kurulan açık cezaevi ve bu cezaevine gönderilen kişilerin adli suçlu olmalarına rağmen ada halkının her alanına girecek serbestlikte hareket edebilmesi taciz, şiddet, zorbalık gibi vakaların sayısı her geçen gün artırır ve bu durum halkta ciddi bir korkuya sebep olur. Bu da ada halkının göçünü daha da hızlandıracaktır.

Evlerden geriye kalan görüntüler buradan gitmek zorunda bırakılan insanların tekrar döneceklerine olan inançtan çok fazla iz taşımakta; kilitli kapılar, zamana yenilen eşyalardan geriye kalanlar, zeytin ağaçları…

Melike Çapan’ın T24’te kaleme aldığı bir yazıda ilettiği üzere, o dönem ilkokula giden Gökçeadalı Yorgo Filikos anlatıyor: “Adanın yüzde 90’ı gitti 1964–75’ten sonra. 15 Ağustos’ta Meryem Ana panayırımız var büyük. 20–30 kişiyle panayır yapıyorduk. Merkez köydeki ovanın istimlak edilmesi ve açık cezaevinin yapılması bunları gördük hep. Açık cezaevi yapıldığı zaman mahkûmlar çıkıyor, bizim köye kadar geliyorlardı. Hanım var, çocuklar ufak o zaman. Muhtar haber veriyordu; ‘Aman dikkat edin’ diye. Çünkü kadınlara tecavüz edildi, insanlar dövüldü. Korkuyorduk.”[1]

Bugün aynı amaçla kullanılmasa da halen ayakta duran bu cezaevi çok geniş bir arazinin üzerine inşa edilmiş, 11 bloktan oluşan ve zamanında Türkiye’nin çeşitli yerlerinden götürülmüş, adli suçlar işlemiş yaklaşık bin kişinin yerleştirildiği bir tesis. Ada çok küçük olmasına rağmen buraya cezaevi inşa edilmesi ve bu cezaevinin de halkla iç içe olması son derece korkunç bir girişim. Cezaevinin varlığını ilk duyduğumuzda gözümüzde küçük bir yer olarak canlansa da mekânı ziyaret ettiğimizde büyüklüğü karşısında hayrete düştük. Cezaevinin içine girmek istediğimizde yoldan geçen birinin “İçeri girmeyin bina çökebilir,” uyarısında bulunmasıyla ile geri durduk. Fakat içerde hayvanların bağlı olması bizde ayrı bir şaşkınlık yaratmıştı.

1950’li ve1960’lı yıllar boyunca ve sonrasında farklı bölgelerden insanlar göç yoluyla İmroz’a getirilip yerleştirilir. Bunun bir örneği, Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Şahinkaya Köyü’nden 61 ailenin adaya yerleştirilmesidir. Tabii ki memleketleri binlerce kilometre uzakta olan bu insanların sel sonucu evlerini kaybetmelerinden sonra onları yerleştirecek başka bir yerin bulunamaması İmroz’a yerleştirilmelerinin tek nedeni olamazdı. Asıl hedef adanın Türkleştirilmesiydi.

1923’te gerçekleşen nüfus mübadelesine İmroz, Tenedos ve İstanbul dahil edilmese de sonraki süreçte bu mekânlar da (özellikle çıkarılan kanunlar ve çeşitli girişimler aracılığıyla) gizli ama aslında son derece aşikâr ve kanıtlanabilir bir şekilde mübadeleye dahil edilir.

İmroz’a ilk girişte geçmişe bir yolculuk başlar ve bu yolculuk özellikle beş köyün yıkılmış ve terk ettirilmiş evleriyle, neredeyse her ağacın ve her duvarın dibinde sıcaktan gölgeye sığınmış keçileriyle, asırlık zeytin ağaçlarının el değmediği son derece belli bakımsızlığıyla sizi alıp son yüz yılın yıkıntılarına hapseder. Her köyde sosyalleşmenin en güzel araçlarından olan tarihi çamaşırhanelerin yanından geçerken çocukların, kadınların sohbet ve sevinç çığlıklarını işitirsiniz. Eğer gözlerinizi kapatıp bu yolculuğu derinleştirmek isterseniz elbette sevinç kadar kederde de kaybolursunuz. Coğrafyamızdaki sürgün, kırım, katliam izleri o kadar tanıdıktır ki tıpkı İmroz merkezde bulunan müzenin bir duvarında “çocukken dokuz taş oynardık” diyen çocukların oyunlarıyla aynı oyunu oynadığını fark ettiğinde yaşanan şaşkınlık gibi….

Soldan sağa: Dereköy’de bulunan terk edilmiş bir ev, yine Dereköy’de bulunan çamaşırhane.

Nasıl olur da bir zamanlar çok fazla kalabalık olan bu köyler bu kadar ıssızlaştırılabildi? Nasıl bir zamanların en önemli sosyalleştirme araçlarından biri olan bu çamaşırhaneler, kahvehaneler, ibadet yerleri bu kadar insansızlaştırılabildi? İşte bütün bu soruların cevapları aslında apaçık.

Soldan sağa: Bademli Köyü’nde üzerinde kiliti duran bir kapı, Dereköy’de terk edilmiş bir ev.

17 Eylül 1965 yılında çıkartılan kararla İmroz’daki mahalle ve köy adları Türkçeleştirilir. Bir anda Ágioi Theódoroi, Zeytinliköy; Agridia, Tepeköy; Gliki, Bademli Köyü; Kastro, Kaleköy; Sxinúdi, Dereköy olsa bile köylere girildiğinde asıl sahiplerinin kimliğini yansıtan yapılar buranın farklı bir kültürün elinden çıktığını açıkça gösterir. Özellikle ilanlarda “satılık Rum evleri” ibaresi karşımıza çıkar. Zaten adanın en belirgin ve ayırt edici tarafı da bu taş evler.

Bu uygulamalara Kürt coğrafyasında sıkça şahit olduk zaten. Biz de adadan yüzlerce, binlerce kilometre uzak topraklardan olsak da aynı aklın uygulamalarına maruz kaldık. Adadaki ağacı da, zorla yerinden edilen halkı da, yıkılmış harabe evleri de bir yerlerden tanıyorduk. En çok Dereköy’de bu hisse kapıldık. Yerinden edilmişliği en çok orada hissettik.

Zeytinliköy’de izlediğimiz okul açılış ayini.

İmrozlu Yorgo Filikos’tan dinleyelim yine: “Bir sabah okul gitmek için kalktık, evden çıktık okula gittik ki, Tepeköy Rum Okulu yazan tabela değişmiş ve Tepeköy Türk İlkokulu olmuş. Kıbrıs’ta ne olsa ceremesini Gökçeada çekiyordu.”[2]

Adada bulunan ve “fesat yuvası” olarak nitelendirilen Rum okulları 1964 yılında kapatılır ve İmrozlu Rum öğrenciler eğitim için ya İstanbul’a ya da Yunanistan’a gitmek zorunda kalır. Geride kalanlar ise Türk okullarında eğitime devam etmek zorunda kalır. Adaya ayak basar basmaz bizim de ilk gittiğimiz yer Türkçeleşmiş adı ile Zeytinliköy’de bulunan ve 1964’te kapatıldıktan sonra 2013’te tekrar açılan, bu yıl eğitim öğretime yeniden başlamasının 10. yılını kutladığını öğrendiğimiz bir okuldu. Adaya vardığımız gün okulda açılış ayini vardı. Çok az öğrencisi olan bu okulun açılış ayinine katılan çocuklar, gençler, yaşlılar son derece özenle hazırlanıp gelmişlerdi. Herkesin pür dikkat dinlediği ayin çok ilgi çekici ve merak uyandırıcıydı. Bir zamanlar 150’ye yakın öğrencisi olan bu okulun şu an ne yazık ki sadece 21 öğrencisi var. Burayı gezerken rengarenk kareleri olan bu okulun sınıflarında sıra sayısının ikiyi veya dördü geçmemesi elbet üzücüydü ama yine de umut vericiydi.

İnançlar insanlık tarihinde sosyal düzen içerisinde insanların en fazla bir araya geldiği mekânları yaratıyor. Özellikle Hıristiyanlıkta kadınlar ve erkekler bu mekânlar içerisinde alanı ortak paylaştıkları için bu toplumlardaki sosyalleşme boyutu da farklılık taşıyor; Tepeköy’de sabah saatlerinde denk geldiğimiz kilisede ayininden sonra insanların köy meydanındaki bir kahvede toplanması çok renkli ve hareketli bir alan oluşturdu. Bu kişilerin yaş ortalaması yüksekti ve aralarında neredeyse hiç çocuk ve genç yoktu. Zaten sohbet ettiğimiz kadarıyla bu kişiler sadece yaz aylarında Yunanistan’dan İmroz’a gelip, kış aylarında ise Yunanistan’a dönen kişilerdi. Çoğu İmroz doğumluydu ve 60’lı ve sonraki yıllarda göç etmek zorunda kalan ailelerin çocuklarıydı.

Yol kenarında ve yerleşimin biraz daha uzağında bulunan şapeller denk geldiğimiz kadarıyla sessizliği de temsil ediyor ve galiba bu sessizlik daha da ruhani bir hava yaratıyor. İnsanın içini ısıtan bu mekân sanki uzun bir yolun sonunda yorulmuş ve hayattan umudunu kesmiş insanların yeniden dinlenip umudunu eline almak için inşa edilmiş hissi yaratıyor. Adaya da bambaşka bir canlılık katıyor.

Soldan sağa: Tepeköy’de bulunan şapel, Dereköy’de bir duvar üzerine yapılmış çizim.

İnsanın dokunduğu duvarlar, mağaralar, kayalar mutlaka çağın yaşamından izler taşır ve zamanın kolay kolay yenemediği bu izler, atalarımızla aramızda kopmaz bağlar oluşturur. İmroz’dan bu kadar bahsetmişken, bu yazıyı hayatı daha renkli ve yaşanır kılan kadınlardan iki satır da olsa ayrıca bahsetmeden bitirmek bir şeyleri eksik bırakır. İmroz’un çoğunlukla yıkıntıyı, acıyı ve özlemi anlatan; kapıları, pencereleri, sokakları hâlâ ayakta kalan kısımlarıyla yaşamı, yaşanmışlıkların güzelliğini ve hayatın sesini yansıtsa da buralardan göçmüş kadınların hikâyelerini düşünmemek çok zor. Biliriz ki göç herkese zor gelir ama kapıların ardına kapatılmış kadınlar da çeşmelerin ve çamaşırhanelerin başında kahkahalarını bu toprakların tarihinde bir yankı olarak bıraktı. Ve bu yankı unutulamaz…

Solda, Dereköy’de gördüğümüz bir evin penceresi.

Bu topraklarda yaşam ilmek ilmek örüldü. Bu inat bazen bir perdenin özenle işlenmiş güzelliğinde, bazen de yorulmadan sert bir duvara yapılan çizimde gösteriyor kendini. Etrafındaki tüm duvarlar yıkılsa da hâlâ üzerinde kilidi duran kapılar bir gün dönüleceğinin umudu ile kapatıldı…

Zeytinliköy’de bulunan İmroz/Gökçeada’yı Koruma, Yardımlaşma, Geliştirme ve Yaşatma Derneği Lokali’nin duvarlarını süsleyen fotoğraflar.

Dipnotlar

[1] Çapan, Melike. “1964'ün 54. yılında İmroz’dan Gökçeada’ya; Rum tanıklar anlatıyor: Kıbrıs’ta ne olsa ceremesini Gökçeada çekti.” T24, 13 Nisan 2018. https://t24.com.tr/haber/1964un-54-yilinda-imrozdan-gokceadaya-rum-taniklar-anlatiyor-kibrista-ne-olsa-ceremesini-gokceada-cekti,604197

[2] a.g.e.

Kaynakça

  1. Bayındır, Müjde. “Cennet’ten kovulmak: İmrozlu Rumların hikâyesi.” Gazete Duvar, 6 Ağustos 2019. https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2019/08/06/cennetten-kovulmak-imrozlu-rumlarin-hikayesi
  2. Çapan, Melike. “1964'ün 54. yılında İmroz’dan Gökçeada’ya; Rum tanıklar anlatıyor: Kıbrıs’ta ne olsa ceremesini Gökçeada çekti.” T24, 13 Nisan 2018. https://t24.com.tr/haber/1964un-54-yilinda-imrozdan-gokceadaya-rum-taniklar-anlatiyor-kibrista-ne-olsa-ceremesini-gokceada-cekti,604197
  3. Çapan, Melike. “Kalmak Öyküsü: İmroz’da ‘Rumlar’ Varmış.” Independent Türkçe, 22 Şubat 2021. https://www.indyturk.com/node/319706/haber/kalmak-%C3%B6yk%C3%BCs%C3%BC-i%CC%87mrozda-rumlar-varm%C4%B1%C5%9F
  4. Kaymak, Özgür. “İmroz’dan Gökçeada’ya giderken: 1964’te Ne Oldu?” bianet, 6 Aralık 2014. https://bianet.org/biamag/print/160560-imroz-dan-gokceada-ya-giderken-1964-te-ne-oldu
  5. Oğur, Yıldıray. “Gökçeada Nasıl İmroz Oldu?” Taraf, 28 Ekim 2012. https://t24.com.tr/haber/gokceada-nasil-imroz-oldu,216158

--

--

Hafıza Merkezi

Hakikat Adalet Hafıza Merkezi | Truth Justice Memory Center #zorlakaybetmeler #yüzleşme #enforceddisappearances #dealingwiththepast