Bosna Savaşı’nın Ardından: Kuşaklar Arası Travma ve Sinema Üzerine

Hafıza Merkezi’nde Temmuz ve Ağustos aylarında gönüllü olarak çalışan Kayra Boz, 11 Temmuz tarihinin “Srebrenitsa Soykırımı Anma Günü” olarak ilan edilmesini vesile ederek savaş, travma ve sinema üzerine bir yazı kaleme aldı. 2006 yapımı “Esma’nın Sırrı” filmini odağına alan Boz, travmaya sebep olan olaylar yerine geride kalanların hayatlarını konu alan filmlerin de seyirciden aynı ilgiyi görüp görmediğini sorguluyor.

Hafıza Merkezi
6 min readAug 20, 2024

Kayra Boz

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2024 yılı Mayıs ayında 11 Temmuz’u “Srebrenitsa Soykırımını Anma Günü” olarak ilan etti. 193 üyeli genel kurulda ABD, İngiltere ve Fransa’nın arasında bulunduğu 84 ülke kararı onaylarken Sırbistan, Rusya, Çin ve Macaristan’ın arasında bulunduğu 19 ülke ret oyu verdi. Srebrenitsa Soykırımı, Yugoslavya İç Savaşı (1991–1995) döneminde Temmuz 1995’te Sırp Cumhuriyeti Ordusu’nun Srebrenitsa şehrine girmesi; 8.372 Boşnak’ın öldürülüp yüzlerce kadın ve kız çocuğuna tecavüz edilmesi ile anılmaktadır.

Savaş zamanında Birleşmiş Milletler tarafından “güvenli bölge” ilan edilen kent Hollandalı barış gücü askerleri tarafından korunuyordu. Savaştan kaçan 25 bini aşkın Boşnak sığınmacı, barış gücü askerlerince birkaç kilometre ilerideki Potaçari’de bulunan akü fabrikasına yerleştirilmişti. Savunmasız durumdaki sığınmacılar, 11 Temmuz 1995’te “Sırp Kasabı” olarak bilinen Ratko Mladiç komutasındaki Sırp askerlerine teslim edildi. Askerler, 12 yaş üstü tüm erkekleri bir yana, kadınları ise diğer yana ayırdı. Erkekler kamyon ve otobüslere doldurulup öldürülürken kadınlara tecavüz edildi. Bu katliamdan Tuzla’ya doğru kaçmaya çalışan 12 binden fazla Boşnak ise dağlık alanlardaki keskin nişancı askerler tarafından avlandı ve yol üzerinde 10 bini aşkın kişi katledildi.

Yaşanan iç savaş sonucu toplam dört yılda 312 binden fazla kişi hayatını kaybetti, 2 milyon kişi evini terk etti, 27 bin kişi ise resmi kayıtlara kayıp olarak geçti.

Böylesine trajik bir olay için bir anma gününün ilan edilmiş olmasını vesile ederek Bosna Savaşı ve üzerine çekilmiş filmler hakkında bir yazı yazmak, böylece geçmişi anmak, hatırlamak ve geçmişin etkilerinin günümüze nasıl yansıdığı üzerine düşünmek istedim. Sinema, geçmiş olayları gelecek kuşaklara aktarma çabası içinde olan, hem sanatsal hem de tarihi bir araç olarak kullanılan yaygın ve popüler bir alan. Geçmişte yaşanmış savaşlar, göçler, trajik ve travmatik olayların edebi bir üslupla kurgulanarak yeni nesillere ilgi çekici bir şekilde aktarıldığı birçok sinema eseri bulunmaktadır.

Stanley Kubrick’in 1987 yapımı “Full Metal Jacket” filmi, savaş karşıtı propagandası ile savaşın askerler üzerindeki anti-hümanist etkilerini ele alan sinema dünyasının başarılı kült filmlerinden biri. Boşnak-Sırp savaşı ile ilgili en başarılı örneklerden biri ise Danis Tanović’in yönettiği, Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını da alan 2001 yapımı “No Man’s Land” (Tarafsız Bölge) filmi.

Peki, bu iki film gibi trajedinin kendisine odaklanan filmler dışında, trajedinin ardından devam eden hayatları konu alan filmler de seyirciden aynı ilgiyi görüyor mu? Belki evet, belki hayır; bu soruya verilecek kesin bir cevap yok. Ancak “ateş düştüğü yeri yakar” sözü, özellikle bu filmlerin etkisini daha yakından hisseden ve trajediyi doğrudan yaşayanlar için geçerli olabilir.

Ben savaşın ve katliamın ardından ağır yıkımlar yaşayan insanların her şeye rağmen hayatlarını sürdürme mücadelesin de anlatılmaya değer olduğunu düşünüyorum. Bosna Savaşı üzerine çekilen birçok film arasında, Jasmila Žbanić’in yönetmenliğini yaptığı ve 2006’da vizyona giren “Grbavica: The Land Of My Dreams” (Esma’nın Sırrı) da bunu iyi yapan örneklerden biri.

Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’da bir semt olan Grbavica, savaş yıllarında işkence ve tecavüzlerin yaşandığı bir kamp alanı olarak kullanıldı. Kavram Boşnakçadan Türkçeye direkt çevrildiğinde “kambur” anlamına geliyor. Yönetmenin filme bu ismi vermesi, belki de savaştan sonra yaşanan ağır olayların yükü altında kamburu çıkmış insanları anlatmayı amaçlıyor.

Filmde, bekar bir anne olan Esma ve savaş sırasında bir Sırp askerinin tecavüzü sonucu doğan kızı Sara’nın hikayesi anlatılır. Esma’nın yaşadığı travma, çevresindeki insanların bu olaya verdiği tepkiler, her şeye rağmen kızına duyduğu sevgi, Sara’nın süreç içinde asıl kimliğini öğrenmesi; tüm bunlar, kolektif bir travmanın toplum tarafından üstü kapalı bir şekilde sindiril(eme)mesi ve kadınların bu mücadelede hem yalnız hem de birlikte oluşlarıyla ele alınır. Film, savaş sonrası yaşanan birçok soruna dokunarak yalınlığıyla çok şey anlatıyor ve hissettiriyor.

Ekonomik zorluklarla mücadele eden Esma, bir ayakkabı fabrikasında çalışırken, kızının okul gezisi için para biriktirebilmek adına gece kulübünde garsonluk yapmaya başlar. Kızına, babasının savaşta ölen bir kahraman Boşnak askeri olduğunu söylemiştir. Ancak şehit çocuklarının ücretsiz gezi hakkından yararlanabilmesi için gerekli olan şehit belgesini veremediğinde, gerçekler gün yüzüne çıkar. Bu süreçte kızının yaşadığı kimlik bunalımı ve çevresindeki çocuklarla ilişkileri izleyiciye ustalıkla aktarılıyor. Hem anne hem de çocuk için zor geçen bu sürecin kapalı kapılar ardında yaşanması ve kadınların travmalarıyla yalnız bırakılması filmde öne çıkan bir tema iken, bu zorlukların üstesinden gelmek için yardımlaşma ve birliğin gücünün önemi de vurgulanıyor.

Filmin başında, Esma, kendisi gibi benzer olayları yaşamış kadınlarla birlikte grup terapisi seanslarına katılmaktadır, ancak bu seanslara yalnızca ekonomik destek sağlandığında gidebilmektedir. Ekonomik koşullar ve toplumun kadın bedeni üzerindeki ahlak anlayışı, geçmişte yaşanan bu acıların dile getirilmesini ve iyileşmesini engellemektedir. Hayatına bir şekilde devam eden Esma, hem sosyal çevresinde hem de romantik ilişkilerinde sorunlar yaşamaktadır. Esma’nın bir anne olarak yaşadığı travma ve bunun kızı Sara’ya yansıması, kuşaklar arası travmanın aktarımının ne kadar önemli ve göz ardı edilmemesi gereken bir konu olduğunu bize gösteriyor. Yazının başında bahsettiğim “ateş” düştüğü yeri yakmış olsa da, sürekli yanmak zorunda değil; onu söndürmek ve iyileşmeyi sağlamak da bir o kadar gereklidir.

“Bosna’da ebeveynlerinin yaşadığı travmaların gölgesinde büyüyen çocuklar, tetikleyici olay olan savaşı doğrudan deneyimlemeden bu karmaşık duyguları içselleştirme riskiyle karşı karşıyadır.” — Mirza Buljubasic (Sarajevo Üniversitesi Kriminoloji Bölümü)

Savaşın bireyler üzerinde yarattığı yıkıcı etkilerin çocuklara ve torunlara nasıl aktarıldığı, onların kimliklerini nasıl şekillendirdiği ve bu kimliklerle nasıl yaşadıkları, üzerinde durulması gereken önemli konular. Bu durum, “kuşaklar arası travma” (generational trauma) olarak bilinir ve travmatik olayların aileler içinde bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde bir sonraki kuşaklara nasıl aktarıldığını ifade eder. Yaşanan travmalar aile içinde uzun süre gözetimsiz bırakılır ve müdahale edilmezse, daha büyük sorunlara yol açabilir. Bu sorunlar arasında artan yoksulluk olasılığı, duygusal kopukluk, yüksek kaygı ve istikrarsız yaşam koşulları sayılabilir.

Reliefweb’in 2011 raporuna göre Dünya Sağlık Örgütü, Bosna nüfusunun %10’una, yani 400.000 kişiye Posttravmatik Stres Bozukluğu (PTSD) teşhisi konduğunu belirtiyor. Ancak bu bozukluğa sahip insanlara yardım eden dernekler, gerçek sayının 1,7 milyona yakın, yani ülke nüfusunun neredeyse yarısı olduğunu iddia ediyor.

Mirza Buljubasic’in dediği gibi kalıtsal travma (inherited trauma), artan kaygı, depresyon ve hatta saldırgan eğilimler olarak kendini gösterebilir. Bu tür travmaları yaşayan çocuklar, bu olayları doğrudan deneyimlemediklerinden, kendi duygularını anlamakta veya ifade etmekte zorluk çekebilirler. Bu durumu önlemek için kapsamlı araştırmalar yürütülmeli, nesiller arası travma konusunda farkındalık yaratılmalı. Bu kavramların tanınması, anlaşılması, ve kültürel ve etnik açıdan hassas müdahalelerin yapılması sadece travmayı yaşayanlar için değil bu travmaları devam ettirecek olan gelecek kuşaklar için de önemli.

“Esma’nın Sırrı” tam da bu noktada, hem geçmişi hem de geçmişin farklı formlarda insanların hayatlarında nasıl sürdüğünü bir anne-kız hikâyesi üzerinden seyirciye anlatıyor. Bu hikâye bize geçmişi hatırlamanın gerekliliğinin yanı sıra, geçmişin etkileriyle yaşayan insanlara ve toplumlara gereken maddi ve manevi desteğin sağlanmasının önemini de hatırlatıyor.

Kayra Boz.

Denizli’de doğup büyüyen Kayra Boz, daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji okumak için İstanbul’a taşındı. Sosyoloji bölümünde toplumsal ve kültürel yapılar üzerine yaptığı çalışmaların yanı sıra sinema, cinsiyet çalışmaları, sosyal psikoloji ve antropoloji alanlarına ilgi duyuyor. 2022'de 6 haftalık bir AIESEC projesi ile Lizbon’da gönüllü olarak çalıştı ve 2024 yazında Hafıza Merkezi’nde gönüllü staj yaptı. 2024 itibari ile mezun oldu ve yüksek lisans eğitimini KU Leuven’de Sosyal ve Kültürel Antropoloji alanında devam ettirecek.

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

Hafıza Merkezi
Hafıza Merkezi

Written by Hafıza Merkezi

Hakikat Adalet Hafıza Merkezi | Truth Justice Memory Center #zorlakaybetmeler #yüzleşme #enforceddisappearances #dealingwiththepast

No responses yet

Write a response