12 Eylül, 90'lar, kopuş anlatıları ve “nostalji”

Hafıza ve Gençlik projemizin katılımcılarından Selva Daşdemir, Sidar Tekin ve Zeynep Kılıç, bellek üzerine çalışmalarıyla tanıdığımı sosyolog Göze Orhon ile bir madalyonun farklı yüzleri olarak hatırlama ve unutmayı, kadınlarla erkeklerin travma anlatılarındaki farkları, sessizliğin farklı biçimlerini, bir ruh hali olarak 12 Eylül’ü, kiminin travması kiminin nostaljisi olarak 90’ları konuştu.

Hafıza Merkezi
11 min readJul 8, 2021

Söyleşi: Selva Daşdemir, Sidar Tekin ve Zeynep Kılıç

Göze Orhon

Hafıza çalışmaları dediğimizde aklımıza ilk gelen hatırlama biçimleri olabiliyor. Örneğin geçmişe dair tanıklıklar toplamak, geçmişteki hak ihlallerini kamusal alana taşımak ve hak ihlallerine maruz bırakılan kişilere ses vermek amaçlarımızdan biri olabiliyor. Fakat atölyede hafızaya dair konuşurken, hatırlama ve unutmanın aynı madalyonun iki yüzü olduğundan bahsetmiştiniz. Sizce hatırlamak ve unutmak arasında nasıl bir ilişki var? Ve bu alanda daha az bahsedilen unutma biçimlerine dair ne söylemek istersiniz?

Hatırlama ve unutmayı politik saiklerle birbirinin zıddı şeyler olarak kavrıyoruz. Bunu yaparken de son derece haklıyız elbette. Geçmişteki adaletsizliklerin, travmaların unutulmaması gerektiğinden söz ediyoruz. Bu politik dilimize de yansıyor. Söz gelimi “Unutmadık, unutturmayacağız” diyoruz yahut “unutursak kalbimiz kurusun”. Çünkü bu adaletsizliklerin failleri ki bunlar genellikle devletler oluyor, en sade haliyle, bunların hatırlanmasını, hatırlatılmasını, bugünün politikasının bir parçası haline gelmesini istemiyorlar. Dolayısıyla, başta inkâr olmak üzere, çeşitli vasıtalarla bunların hatırlanmamasını sağlamak çoğu zaman bir devlet politikası. Bir yanda bu duruyor. Diğer yanda unutma ve hatırlamanın aynı madalyonun iki yüzü olduğu fikri biraz kafa karıştırıcı duruyor ama aynı zamanda hatırlama ile unutma arasındaki ilişkiyi daha doğru kavramamızı da sağlıyor. Dolayısıyla aslında bu ikisini nasıl kavradığımıza, nasıl kavrayabileceğimize ilişkin de bir fikir veriyor. Şunu söylemek istiyorum; bir şeyin nasıl hatırlandığı, aynı zamanda nelerin unutulabilir, ihmal edilebilir olduğunun, nelerin bugünün bağlamına taşınabilir olduğunun da sınırlarını çiziyor. Yani bir şeyin belli biçimde hatırlanması etrafında bir bellek rejimi kurmak, aynı zamanda nelerin unutulabilir olduğunu da belirlemek anlamına geliyor. İlk elden aklımıza gelecek örneklerden biri, 23 Nisan’ın ulusal bir milat olarak, Ermeni Soykırımı’yla tarihsel yakınlığıdır. Bir soykırım tarihinin bir ulusal bayramla çakışması, neyin hatırlanmasının makbul, neyin unutulmasının arzulanır olduğuna dair de bir fikir veriyor bize. Benzer biçimde, her bellek pratiği (bir anıt dikmek, takvimde bir tarihi işaretlemek, törenler, ritüeller vs.) neyin, nasıl hatırlanacağına ve neyin nasıl unutulacağına dair birer sınır çizme çabasıdır. Ama şunu biliyoruz: unutmak, bir şeyin belleklerden bütünüyle silinmesi anlamında, pratik olarak mümkün değil. Başa dönersek, bellek mücadelesini mümkün kılan da bu. Belleğin belli biçimde sabitlenmesine, bambaşka biçimlerde, bir çoğulluk içinde itiraz etmemiz her zaman mümkün. Belli hatırlama biçimlerinin ve çoğu zaman da kendini hakikat olarak dayatan bir tarihin karşısında, bunların dışarıda bıraktığı tanıkların her zaman “ben başka türlü hatırlıyorum/biz başka türlü hatırlıyoruz” deme olanağıdır çoğulluk olarak söz ettiğim şey. Hatırlamanın ve bellek yaratmanın bu potansiyeli azımsanabilir bir siyasal imkan gibi de gelmiyor bana.

Atölye esnasında sessizliğin sadece belli bir konu üzerinde konuşmamak anlamına gelmeyeceğinden ve tek bir çeşidi olmadığından bahsetmiştik. Örneğin, konu veya olay üzerinde konuşulması fakat esas olanın bahsedilmemesi de bir sessizlik çeşidi olabilir. Aynı zamanda, inkâr etmek ya da bir konu veya olayın konuşulmasının yasaklanması, önüne geçilmesi de bir sessizlik türüdür, demiştik. Hafıza çalışmalarına ilgi duyan kişilere, karşılaştıkları sessizlik ile nasıl mücadele edeceklerine dair önerileriniz var mı?

Sessizliğin düzeyleri var. Üzerine konuşulması bir kişinin hikayesini yaraladığı, kesintiye uğrattığı için tercih ettiğimiz kişisel sessizlikler, bir etnik/dinsel/politik cemaatin sessizliği, yukarıda işaret ettiğim üzere bir bellek rejimi içinde bir ulusun belli konulardaki sessizliği, gibi. Sessizlik her zaman unutmak anlamına gelmiyor ama. Bazen hangi düzlemde olursa olsun, sessizliğin de geçmiş üzerine konuştuğu durumlar var. Daha önce de anlattığım gibi, 12 Eylül’ü deneyimlemiş neslin bu deneyimin belli yanları üzerine sessiz kalmış olması gibi yahut kendi çocuklarına politikadan uzak durmalarını salık vermiş olmaları gibi. Daha kişisel düzeyde, geçmişte yaşadığı ve bugün kendisine acı veren, bugün kendiyle ilgili kurduğu hikâyeyi bozan, kıran bir olay hakkında konuşmasını bekleyemeyiz bir insandan. Dolayısıyla, sessizliğin mücadele etmemiz gereken bir şey olduğundan emin değilim. Sessizliğin de işlevleri ve anlamları var çünkü. Buradan bakınca daha ziyade, tanımamız, sebepleri üzerine düşünmemiz, anlamamız gereken bir şey sessizlik. Ama iş devletlerin, iktidarların sessizliğine gelince biraz değişiyor tabii. Onu başka türlü kavramak gerekiyor. Yine yukarıda işaret ettiğim çerçevede, belli meselelerde sessizliğin, sessizliklerin baskıcı, dışlayıcı bir bellek rejiminin bileşenleri olduğu durumlarda, sessizlik, sizin de işaret ettiğiniz gibi, unutmanın, unutturmanın bir semptomu olarak okuyup mücadele etmemiz gereken bir şey haline de geliyor. Bununla mücadelenin en açık, en ulaşılabilir aracı konuşmak, ses vermek, ses verenlerin sesine katılmak elbette. Bunun, her neredeyseniz, elinizdeki olanakları kullanarak yaratabileceğiniz sonsuz sayıda formu olabilir. Akademik bir araştırmayı bir ses verme biçimi olarak tasarlayabilirsiniz, bu alanda faaliyet yürüten bir örgütün gönüllüsü olabilirsiniz, sesi duyulmayan bellek cemaatlerinin seslerinin kamusallaşması üzerine gazetecilik faaliyeti de yürütebilirsiniz vs.

Tez çalışmanızda sol, ülkücü ve apolitik kesimlerden cinsiyete dayalı eşit bir dağılımı gözeten özne grupları ile çalıştığınızdan bahsetmiştiniz. Fakat, ülkücü kadın görüşmeciye ulaşma zorluğu yaşadığınızı ve bunun anlamlı bir gösterge olmasından kaynaklı o grubu 1 kişi eksik bıraktığınızı söylemiştiniz. 12 Eylül’ü çalışırken fark ettiğiniz toplumsal cinsiyete dayalı başka farklılıklar oldu mu?

https://www.amazon.com/Weight-Past-Memory-Turkeys-September/dp/1443872059

Evet, 12 Eylül’ün ülkücü dünyadan hikayesini anlatacak kadınlara ulaşmak güç oldu. Ama bu sadece bir anlatıcı sorunu değil, bir fail sorunuydu. Sınırları politik şiddetle çizilmiş bir hareketin, daha açık biçimde ifade edersek, sola karşı silahlı saldırı ve yıldırma saikiyle örgütlenmiş bir hareketin içinde kadınların fail olması da çok beklendik bir şey değildi zaten. Ama cinsiyet meselesinin solda da başka türlü görünümleri vardı elbette. Bunlardan belki en belirgini, kadınların görece sessizliğiydi. Görüşmecim olan kadınları sessizliğinden değil, 12 Eylül’ün kolektif belleği üzerine yazarken, ses üretirken kadınların sessizliğinden söz ediyorum bu noktada. Bu hala mücadelesi devam eden bir şey. Ben tezi tamamladıktan sonra da çok sayıda kadın anlatısı dolaşıma girdi. Ama görüşmeciler özelinde söyleyebileceğim şeylerden biri, kadınların 12 Eylül deneyimini hikaye etme biçimi, bu hikayelerin içine neyi, neleri kattıkları noktasında oluyor. Tezi yazarken derdim, elbette cinsiyete dayalı farklılıkları da göz ardı etmeden, mümkün olduğunca bütünlüklü bir “solun kolektif belleği” anlatısının hatlarını çizmek olduğu için, tezi yazarken bunu görmeyi bir parça ıskaladığımı düşünüyorum. Sonrasında serinkanlı bir bellek anlatısı arayışından, bu hatıraların duygu boyutu daha çok ilgimi çekmeye başladı. Bu, son birkaç senedir üzerine düşündüğüm bir şey, yani nispeten yeni. Dolayısıyla bugünden baktığımda, kadınlarda, erkeklerden farklı olarak, kamusal, akılcı, makro düzlemlere bağlanan (24 Ocak, askeri darbe ve işlevleri, Türkiye’nin dönüşümü vs.) ama aslında deneyim üzerine susan bir anlatıdan ziyade, kişisel, deneyime dayalı, dolayısıyla duyguyla hemhal olan bir anlatının daha belirgin olduğunu görüyorum, düşünüyorum. Söz gelimi, cezaevi deneyiminden sonra her polisle karşılaştığında kaygı atakları yaşayıp kustuğunu anlatan da, cezaevinden salındıktan sonra tekrar alınacağı korkusuyla baş etmek için nasıl kişisel ve duygusal taktikler geliştirdiğini anlatan da bir kadındı. Erkek görüşmecilerin dilinde nadiren bu zor anların, anıların tanıklığı oluyordu oysa. Bu benim için öğretici oldu. Duygu-bellek ilişkisine daha yakından bakma isteğinin yolunu açtı.

Atölyede tez çalışmanız kapsamında yaptığınız araştırmada görüşmecilerinizden birinin “12 Eylül bir ruh halidir” sözlerini paylaşmanız üçümüzü de çok etkilemişti. Biz, bu ruh halini 12 Eylül nostaljisi kavramı ile birlikte düşündük. Siz 12 Eylül’ün bir ruh halini oluşunu ve 12 Eylül nostaljisini nasıl yorumluyorsunuz?

Bunu söyleyen görüşmeci, şimdi otuzlu yaşlarının sonunda olan, 12 Eylül’ü babasının görevden uzaklaştırılması, yakınlarından bir kısmının darbenin gayrihukuki yaptırımlarını deneyimlemesi dolayısıyla, çocukluğunu saran bir ruh halinden söz ediyordu. Tabii sadece çocukluğu da değil; çocukluk hayatının geri kalanı için de kurucu bir evren çünkü. Sonrasında da bütün hayatına sinmiş bir “yokluk” duygusundan söz ediyordu. Yokluğu geniş anlamda düşünelim burada, yani mesela bir haksızlığa itiraz eden insanların yokluğunu da içerecek biçimde. Adına yokluk diyebilirsiniz, kopuş, gedik, boşluk, kırılma vs. Genel olarak 12 Eylül’ün sonraki kuşaklara miras bıraktığı şeyin biraz böyle anlamlarda gizli olduğunu düşünüyorum ben. Bunu söylememe dayanak teşkil eden şey de, 12 Eylül’ü bir toplumsal travma olarak kavramam. Üzerine yeterince konuşulmamış, konuşulamamış bir travma. Bu travma ve peşinden sürükleyip getirdiği sessizlik sonraki kuşaklara bir şey yapıyor. Sonraki kuşaklar sadece anlatılanları duymuyorlar, sessizlikleri de dinliyorlar. Nostalji fikri — burada nostaljiden basitçe “geçmişe duyulan özlem”i anlamadığımı, 12 Eylül öncesi ve sonrası diyebileceğimiz o kopuşun nostalji duygusunu çağırdığını kastettiğimi söyleyeyim — o sessizliğin sonraki kuşaklardaki duygu karşılığını anlamaya dönük kavramsal bir araç burada. 19. yüzyıldan bu yana, nostaljinin hızlı toplumsal dönüşüm dönemlerinde ortaya çıkabilen bir kolektif duygulanım olduğunu biliyoruz. 12 Eylül öncesi ve sonrası hatıra yazınından sosyal bilimler içinden yapılan çalışmalara kadar bir kopuş olarak işaretlenmiştir. Nostaljiyi sonraki kuşakta olası bir duygulanım olarak düşünmemin arkasında böyle bir fikir var. Mutlaklaştırmaktan kaçındığım, daha çok bir soru olarak düşündüğüm, sonraki kuşaklarla yaptığım bir araştırmanın sonunda hala anlamaya çalıştığım bir şey. Tekrar etmek pahasına, temelinde de, tarihin herhangi bir döneminde vuku bulmuş ve böyle dile gelmiş “kopuş” anlatılarının beraberinde nostaljiyi getirdiği gibi bir varsayım yatıyor.

“Bir 12 Eylül Yazısının İlk Cümlesi ya da Kuşaklar, Sessizlikler, Kederler”. içinde Bora, T. (der.) 40 Yıl, 12 Eylül, İstanbul: İletişim.

Atölyede 90’lı yılları tanımlarken “kiminin travması kiminin nostaljisi” sözlerini kullanmıştınız. Son yıllarda 90’lı yılların bir nostalji öğesi haline gelmesinin arkasında sizce ne gibi sebepler yatıyor? 90’lı yılların “derin”, resmi tarih tarafından görmezden gelinen mafya-devlet ilişkileri ağının bugünlerde yeniden gündeme oturması ve bu vesile ile “hatırlanması” hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu derslerde de sıkça tartıştığımız bir şey oluyor. Bir biçimde magaziniyle, popüler müziğiyle, televizyon kültürüyle 1990’ların popüler bir nostaljiye dönüştüğünü biliyoruz. Ama aynı 1990’ların Kürt illerindeki görünümünü de biliyoruz; keza, radikal İslam’ın örgütlenmesinin, mafya-çete-devlet ilişkilerinin on yılı olduğunu da. Haliyle, bu ülkede 1990’ları birbirinden çok başka şekillerde hatırlayan insanlar var. Bir kez daha kopuş ya da radikal dönüşüm fikrinden söz edeceğim; AKP’nin iktidara gelmesi ve ülkede yaşanan hızlı toplumsal dönüşüm bir biçimde 1990’ları bugün yaşadığımız ortamın kontrastı olarak işaretledi. “Old laik days” esprisi, genel anlamda bir “ne günlermiş be” ruh hali bu kontrastın ipuçlarını veriyor. Ama nostaljinin belli görünümleri, tarihsel gerçeklik ne olursa olsun, geçmişin bir parçasını yüceltme, ambalajlama, çer-çöpünden arındırarak idealleştirme işine tekabül ediyor. 1990’lara bakış da biraz böyle, bir tür güzelleme, diyelim. Bugün mafya-devlet ilişkisi ile ilgili açığa çıkan şeylerle, 1996’da Susurluk Kazası’ndan sonra olanları, özellikle Susurluk sonrasının yarattığı toplumsal muhalefeti — özellikle Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık eylemlerini kastediyorum — 1990’lar nostaljisi bağlamında değerlendirmeyi tehlikeli buluyorum. Bu iki dönem arasındaki farkın hatırlanması önemli; ama değişen şeyin hatırlama bağlamlarından daha derin bir yerde, Türkiye’de yaşayan insanların toplum olma vasfında aranması gerektiği kanaatini taşıyorum. Bugün mafya liderinin açıkladıklarını “biz bunları zaten biliyorduk” diyenlerle, bu videoları hiç izlememiş olan AKP seçmenleri — geçenlerde bir araştırma bunu söyleyen seçmenlerin oranının yüzde elli dolaylarında olduğunu ortaya koydu — arasında bir toplumsal yarılma var. İki dönem arasındaki farkı toplum olma vasfı açısından düşünmek bu yarılmayı anlama zorunluluğunu beraberinde getiriyor.

Solda Türkiye’de 90’larda kaybedilenlerin nereye ve neden götürüldükleri söylenmeden zorla bindirildiği araba modeli Beyaz Toros. Sağda, bir nesil çocuğun para kazanmakla ilgili ilk fikirlerini öğrendiği 90'ların ünlü kutu oyunu Milyoner.

Bizden önceki nesillerin deneyimlerinin bizim deneyimlerimizin önüne geçtiği noktada post-belleğin travmatik anımsamalarla ilgili olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa, post-bellek kavramı klasik öz yaşam öykülerini de içerebilir mi?

Bellek yazını travma tartışmalarına çok yatkın, dolayısıyla post-bellek etrafında tartışılanlar da. Geçmişin travmatik anlarına ilişkin hatırlamadan söz ediyorsak, elbette bu post-belleği çerçeveleyen ve sonraki kuşaklara da böyle aktarılan bir şey. Ama zorunlu olarak post-belleği travmatik hatırlamayla ilişkilendirmiyoruz. Bütün tekinsiz yanları bir yana, aile belleğinin pırıltılı, hatırlanması arzulanabilir, sıcak yanları da söz gelimi, post-belleğin bir parçası. Genel olarak sizden önceki nesillerin çizdiği bir hatırlama çerçevesine karşılık geliyor post-bellek. Dolayısıyla her zaman travmatik hatırlamaya bağlanmak zorunda değil.

Belleğin sabit bir anlatısının olmadığını ve bugünün koşullarıyla incelenemeyeceğini konuşmuştuk. 2010’da yazmaya başladığınız doktora tezinizde o dönem anayasa değişikliğini içeren AKP referandumu ile beraber Türkiye’de 12 Eylül çalışmak için daha özgür bir hatırlama bağlamı oluştuğundan bahsetmiştiniz. Özgür hatırlama bağlamı nedir?

Muhtemelen “görece özgür bir hatırlama bağlamı”ndan söz etmişimdir ya da bunu kastetmişimdir, çünkü bellek anlatısı, sınırları toplumsal belirlenimlerle çizilen bir şey. Dolayısıyla bütünüyle özgür bir hatırlama bağlamından söz etmek, biraz belleğin kendisini değilleyen bir şey olur. Kastım şuydu: 2010 referandumu 12 Eylül’ün kamusal düzeyde konuşulmasına ilişkin bir açıklık yarattı. O dönemde 12 Eylül’e ilişkin çok sayıda anı kitabı yayınlandı, anaakım kanallarda 12 Eylül’ü deneyimlemiş insanlar, siyasetçiler, gazeteciler oturup tartışma programlarında 12 Eylül’ün ne olduğunu tartıştı. Kuşak örgütleri (12 Eylül’ü yaşamış insanların bir araya gelerek kurduğu dernek ve vakıflar) hareketlendi, 12 Eylül davasına müdahil oldu ya da olmak için çaba sarf etti. Bu, o güne kadar hiç olmamış bir şeydi. Çünkü, sonrasında bütünüyle politik bir manevranın aracı olduğunu anlasak ve tarihin katmanlarını biraz ayrıştırdığımızda AKP’nin varlığını da 12 Eylül’e borçlu olduğumuzu bilsek de, siyasal iktidar 12 Eylül geçmişinin sorunlu yanlarına işaret etti, en basit biçimde söylersek. Ama hemen akabinde şunu da söylemek gerekiyor: bu AKP’nin bir günde açmaya karar verdiği bir dosya değildi elbette. Arkasında on yıllar sürmüş bir toplumsal mücadele, bir bellek mücadelesi vardı. 12 Eylül geçmişini açma saikleri ne olursa olsun, bu da siyasal iktidarın varlığından haberdar olduğu bir tazyikti ama o tazyiği bir demokratikleşme imkanı olarak değil, politik bir manevra olarak kullanmayı seçti.

AKP Türkiye’sinde yaşayan gençlerin bellek repertuarından bundan 20–30 yıl sonra sizce neler çıkacak?

Bugün henüz geçmiş olmamışken, bunun üzerine konuşmak çok spekülatif olacak. O yüzden ben de buna cevaben söyleyeceklerimin spekülasyon olacağını peşinen söyleyeyim. Sanırım en derin biçimde “AKP Türkiyesi” realitesiyle çerçevelenen bir bellek repertuarı olacaktır o. Özellikle kuşaklardan söz ederken, gençlik dönemini “kurucu yıllar” olarak düşünürüz. Dolayısıyla bu dönemde deneyimlenenler ve sonrasında hatırlananlar kurucu da olacaktır şimdiki genç kuşakların belleklerinde. Covid pandemisi, gittikçe derinleşen bir gelir adaletsizliği, geçim zorluğu, siyasetin bir kurum olarak yokluğu olur herhalde en çok belleklerde kalan. Bu sonuncusu biraz üzücü; iyi kötü işleyen bir parlamenter sisteme nerdeyse hiç şahit olmadı bu kuşakların bir kısmı. Ama şunu da biliyoruz: Unutmak ya da bu kötümser bağlamı çelecek güzel anılar edinmek de insanın hayatta kalmasını, en azından esen ve psikolojik olarak bütünlüklü kalmasını sağlayan şeyler. Bir bütün olarak “gençlerin kolektif belleği”nden söz edebilir miyiz, emin değilim ama toplumsal asimetrileri de göz önünde bulundurarak farklı kolektif belleklerden söz edebiliriz. Dolayısıyla, farklı toplumsal gruplar, farklı biçimlerde hatırlayacak bugünü. Ama tüm bu olanlara karşın, gençlik bağlamı herhalde mutlu, umutlu anılar eklenmesini de sağlayacaktır o belleğe.

Son olarak da 12 Eylül’ü çalışmanın sizin üzerinizdeki etkileri nasıldı, bunu merak ediyoruz.

Zor geçmişleri çalışmak bir biçimde yıpratıcı oluyor elbette. Çoğu zaman bellek çalışmasına içkin de bir şey bu üstelik. Geçmişin adil olmayan, yaralayıcı, bir grup insanın kimliklerinden dolayı şiddette ve adaletsizliğe maruz kaldığı bir anını araştırmayı seçiyoruz çoğu zaman. Yazılan tezlere, basılan kitaplara baktığımızda da bunu görebiliyoruz zaten. O yüzden 12 Eylül çalışmanın benim üzerimdeki etkisi de, olsa olsa zor geçmişlerle uğraşan diğer insanların yıpranma payıyla birdir. En nihayetinde o zor geçmişleri bizzat deneyimleyen insanların taşıdıkları ağırlıklara kıyasla, pek de esamesi okunmayacak bir yıpranma bu. Sanırım çok mütevazı bir katkı da olsa, o insanların sesinin duyulmasına aracılık etmek yahut sadece dinlemek bile, o yıpranma halini daha ihmal edilebilir ya da daha katlanılabilir kılıyor.

Bu Konuyla İlgilenenlere Öneriler

Sizlerle Hacettepe Üniversitesi, Kültürel Çalışmalar ve Medya Yüksek Lisans Programı’nda verilen “Bellek Çalışmaları” dersinin izlencesini paylaşmak isteriz. Ders izlencesi Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde bellek/hatırlama meseleleri çerçevesinde çalışan doktora öğrencileriyle ortak biçimde hazırlandı. İzlencenin altındaki listede büyük ölçüde emeği olan, aynı programda doktora öğrencisi olan Naz Önen’ teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Hacettepe Üniversitesi Bellek Çalışmaları Dersinin İzlencesi

Hafıza ve Gençlik Projesi, Hafıza Merkezi tarafından Chrest Vakfı ve Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin desteği ile yürütülüyor.

Göze Orhon kimdir?

Doktorasını Essex Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladı. 12 Eylül’ün kolektif belleği üzerine yazdığı doktora tezi “The Weight of the Past: Memory and Turkey’s 12 September Coup” ismiyle kitaplaştı. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi. Bellek çalışmaları, bellek sosyolojisi ve duygu yapıları olarak nostalji ve melankoli meseleleriyle ilgileniyor.

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

Hafıza Merkezi
Hafıza Merkezi

Written by Hafıza Merkezi

Hakikat Adalet Hafıza Merkezi | Truth Justice Memory Center #zorlakaybetmeler #yüzleşme #enforceddisappearances #dealingwiththepast

No responses yet

Write a response